Pazar, 18 Cumade’l Ûlâ 1447 | 2025/11/09
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Birbirini Takip Eden Krizler, Çöküşe Doğru Sürüklüyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Birbirini Takip Eden Krizler, Çöküşe Doğru Sürüklüyor!

Haber:

Beyaz Saray, hükümetin bir veya iki ay daha kapalı kalması durumunda çalışanların maaşlarını alamayacaklarını duyurdu; bu da Başkan Donald Trump'ın önlemlerini yoğunlaştırabileceğine işaret ediyor.

Daha önce Beyaz Saray Bütçe Ofisi, devlet kurumlarındaki personel işten çıkarmalarının devam ettiği ve askeri personel ile federal kolluk kuvvetleri çalışanlarının maaşlarının ödendiği bir zamanda hükümet krizini (government shutdown) aşma sözü vermişti. (RT Arabic)

Yorum:

ABD hükümetinin kapanmasının ne anlama geldiğini bilmeyenler için bu, ABD Kongresi'nin (Temsilciler Meclisi ve Senato) yıl sonundan önce hükümet finansman yasası (bütçe) veya geçici bir finansman kararı çıkaramamasını ifade etmektedir.

Mekanizma, Temsilciler Meclisinin bütçeyi belirlemesiyle gerçekleşmektedir; eğer bütçe onaylanmazsa, Senato bütçeyi inceler ve düzeltir; 100 oydan 60'ından fazlasının oyunu gerektiren bütçe onaylanmazsa ve bu orana ulaşılamazsa veya başkan bütçeyi onaylamazsa, o zaman yasa Kongre'ye geri gönderilir, bütçe askıya alınır ve kapanma meydana gelir.

Kapanma daha önce 2018/2019'da yaşanmış ve o dönemde Trump'la bir anlaşmazlık çıkmıştı; zira Trump, Meksika sınırındaki duvarın inşası için yaklaşık 5.7 milyar Dolarlık fon sağlanmasını istemiş ancak kamuoyu ve medya baskısı nedeniyle geri adım atmıştı.

Bugünkü anlaşmazlık ise sağlık hizmetleri, özellikle de Uygun Fiyatlı Sağlık Bakım Yasası'na (ACA) verilen destekle ilgilidir; zira demokratlar, insanların sigorta primlerinin artmaması için ACA vergi sübvansiyonlarının uzatılmasına yönelik bir hükmün eklenmesini talep ediyorlar. Ayrıca sağlık hizmetleri destek programında olası kesintiler yapılmasından da endişe duyuyorlar.

Cumhuriyetçiler ise mevcut harcama düzeylerinde herhangi bir değişiklik istemiyorlar ve sağlık hizmetleri konusundaki tartışmanın bütçeden ayrı tutulması gerektiğini düşünüyorlar.

Cumhuriyetçiler her iki mecliste de nispeten kontrol sahibi olmalarına rağmen, 60 oy barajına ulaşamadılar.

Bildiğimiz gibi Trump'ın politikası harcamaları önemli ölçüde azaltmayı amaçlamakta olup bazı federal çalışanların işten çıkarılması bütçeye herhangi bir ekleme yapılmasına izin vermeyecektir, bu yüzden kapanması söz konusudur.Burada soru şudur; bu hükümet kapanması devam ederse ne olacak?

* ABD ekonomisi zarar görecek, yani ABD'nin geliri her hafta milyarlarca dolar azalacak.

* Küresel piyasalar etkilenecek; çünkü Dolar ve ABD tahvilleri küresel güvenlik limanı olarak görülüyor.

*Federal çalışanların ve emeklilerin maaş ödemelerinde gecikmeler yaşanacak ve bazıları da işten çıkarılacak.

* Kredi derecelendirme kuruluşu, 2011'de yaptığı gibi Amerika'nın notunu düşürebilir.

Tüm bunlar, krize neden olmakla suçlanan parti üzerinde önemli bir kamuoyu baskısı doğuracak ve sonuçları daha da kötüleşebilir; genellikle suçu üstlenen ise yetki sahibi olanlardır; yani bugün, tıpkı 1995 ve 2018'de olduğu gibi Cumhuriyetçiler ve başkandır.

Başkan Trump'ın bazen politik olarak mantıksız gerçekliği göz önüne alındığında Amerika'yı, (donanma, milisleri ve bazı nükleer tesisleri) gibi İran'a karşı sınırlı bir savaşa dahil olmaya sevk edebilir;tabii Kongre'nin onayını almadan bu yetkiye sahiptir. Böylece kapanmanın neden olduğu iç baskıyı harici bir olayla karşı karşıya bırakacaktır. Bu ise Amerikan tarihinde iyi bilinen bir yöntemdir; çünkü onun imajını güçlendiriyor, ulusal birlik duygusu yaratıyor ve rakibi geçici olarak donduruyor.

Tüm durumlarda bugün Amerika Birleşik Devletleri'ndeki genel durum birçok yönden sağlıksızdır; bunun hem mevcut hem de geçmişe dayanan kökenleri bulunmaktadır; yani bir bütün olarak ideolojiyle ilgilidir; yani herhangi bir ihlal veya reform girişimi, ya dahili ya da harici bir krizi tetiklemektedir.

Bugün Amerika çok tehlikeli bir aşama olan merkezi çöküş aşamasından geçiyor;ya birleşik bir devlet olarak kalmaya devam edecek ancak dünya üzerindeki kontrolünü kaybedip nispeten güçlü olarak kalmaya devam edecek ya da yıpranmış sosyal dokusu nedeniyle krizler onu parçalayıp bazıları güçlü, bazıları zayıf olan ayrı devletlere dönüştürecektir. Ancak her iki durumda da, kendi eylemleriyle çizdiği dik bir düşüş yolunda olup artık çöküşünün zamanı gelmiştir.

Allah'tan bu çöküşün, İslami hayatı yeniden başlatmak ve kurtuluş ideolojisi olan İslam'ı, Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet yoluyla tüm dünyaya taşımak için çalışan samimi insanların elleriyle gerçekleştirmesini temenni ediyoruz.

Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ خَيْرٌ لِّأَنفُسِهِمْ إِنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ لِيَزْدَادُوا إِثْماً وَلَهُمْ عَذَابٌ مُّهِينٌİnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz fırsatın sakın onlar için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttırmaya yarıyor. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” [Al-i İmran 178]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Nebil Abdulkerim

Devamını oku...

Mısır'da Seçimler... Katılım, Batılı Teşvik Etmeye Dönüştüğünde!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Mısır'da Seçimler... Katılım, Batılı Teşvik Etmeye Dönüştüğünde!

Haber:

El Yevm7 Gazetesi 21/10/2025 Salı günü, Ulusun Geleceği Partisi'nin seçimlerde oy kullanmaya teşvik etmek amacıyla, illerde kitlesel mitingler düzenlediğini bildirdi.

Yorum:

Bugün de tıpkı dün gibi her seçim öncesinde aynı sahneler tekrarlanıyor: zira kalabalıklar toplanıyor, konuşmalar yapılıyor ve sanki insanlar sadece sandık başında hatırlanıyormuş gibi hayallerden oluşan vaatler veriliyor!Sonra sesler kesilir kesilmez uzun bir sessizlik geri dönüyor ve krizler olduğu gibi kalmaya devam ediyor; hatta daha da şiddetli bir hale geliyor.Bu parti mevcut otoritenin bir parçası değil midir?Yıllardır insanların işlerini yönetmiyor mu? O halde bugün nasıl bir alternatif ya da kurtarıcıymış gibi konuşabilir?! Dolayısıyla onlar, seçim döneminde aynı pastayı paylaşmak için ortaya çıkıyorlar; zira her seçim süreci öncesinde tekrarlanan bir sahnede Ulusun Geleceği Partisi, halkı yaklaşan seçimlere aktif olarak katılmaya teşvik etmek için illerde kitlesel mitingler düzenlemeye başlamıştır.İnsanların, sonuçların önceden belirlendiğini ve sandığın bir seçim aracı değil de hem yurt içinde hem de yurt dışında rejimin imajını güzelleştirmenin bir aracı olduğunu bildikleri bir zamanda, istikrar, devlete destek ve ulusal görev gibi gösterişli sloganlar atılıyor.

Bu kitlesel mitingler, mevcut rejime destek toplamak ve siyasi yaşamın varlığını ima eden bir medya gösterisi yapmak olan siyasi kampanyanın sahnelerinden başka bir şey değildir; oysa gerçekte bunlar, otoritenin koridorlarından yönetilen seçimlerden ibaret olup yanlı partiler, zulmü süslemek ve yerel araçlarla Batı hegemonyasını geçirmek için bir kılıf olarak kullanılmaktadır.

Ulusun Geleceği Partisi'nin halkın çıkarlarını temsil etmek veya gerçek bir fikri akımı ifade etmek için değil, daha çok siyasi bir boşluğu doldurmak ve rejimin kendisi tarafından çizilen çerçeve içinde sadakatler toplamak için bir araç olarak kurulduğu açıktır. Onun tüm eylemleri, açıklamaları ve faaliyetleri, siyasi liderliği destekleme ve cumhurbaşkanının arkasında durma fikri etrafında dönmektedir; dolayısıyla ifadeler, tüm siyaseti yöneticinin kişiliğine indirgenmekte ve halkın iradesi ve çıkarları iptal edilmektedir.

Aksine bu parti güvenlik sisteminin sivil cephesi rolünü üstlenmektedir; zira halkın öfkesini absorbe etmek ve hükümetin yapısını etkilemeyen güvenli yollara yönlendirmek amacıyla siyasi ve sosyal görevler üstlenmektedir.Bu nedenle her ilde şu sloganlar tekrarlanıyor: “Dışarı çıkın ve katılın”, “Oyunuz bir emanettir”, “İstikrar ve kalkınma için”; oysa hakikatte kastedilen şudur: Rejime meşruiyet verin ki sizi Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla yönetmeye devam edebilsin!

Küfürle yönetilen ve Batı'dan emirler alan mevcut rejimin gölgesinde, seçimler bir değişim aracı olamaz;çünkü siyasi sürecin üzerine bina edildiği temel, İslam değildir; aksine halkı egemenlik sahibi kılan demokrasi şeriat olmadığı gibi yasama da Allah'ın değil insanların elindedir.Böylece seçimler, yöneticinin muhasebe edilmesi için bir araç olmak yerine onun otoritesinin gücünü pekiştirmek ve zulmü süslemek için bir araç haline gelmiştir.

Bu seçimlere katılmak, rejimin sahte meşruiyetinin propagandasını yapmak için kullanılıyor ve dünyaya halkın seçtiğini söyleniyor; oysa gerçekte seçen, yönlendiren ve kontrol eden güvenlik aygıtıdır ve bu talimatları sahada uygulayan da sadece partidir.İslam'da yönetim, oy sandıklarından veya halkın iradesinden değil, aksine vahyin nâsslarından alınmaktadır. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِHüküm sadece Allah’a aittir.” [Yusuf 40]

Allah'ın şeriatını yönetimden dışlayan ve Batı'dan ithal edilen kanunları sürdüren bir sistemi desteklemek ve bu sistemin kurumlarına katılmak caiz değildir;çünkü bu, onun batılına yardım etmek ve onu yönetimde pekiştirmek anlamına gelmektedir.Alimler, zalimin zulmüne yardım eden veya onun batılının devam etmesine destek veren kişinin, onun günahına ortak olduğu konusunda icma etmiştir. Zira Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: وَمَنْ أَعَانَ عَلَى خُصُومَةٍ بِظُلْمٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللَّهِHer kim bir davada zulme yardımcı olursa, kuşkusuz Allah'ın gazabına uğrar.”Sonra rejimin seçimlerine katılmak veya ona çağrıda bulunmak –Ulusun Geleceği Partisi'nin yaptığı gibi– propagandasının yapıldığı gibi bir görev değil, aksine şer'an günahtır; çünkü bu, Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla olan bir yönetimin meşruiyetine izin vermek ve ümmetin gerçekliğini İslam'a göre değiştirmesinin önündeki yolu kesmektir.

Mısır rejimi, Müslüman ülkelerdeki diğer rejimler gibi meşruiyetini ümmetten değil Batı'dan almaktadır. Batı, bu rejimlerin demokratik görünmesini sağlamak için her zaman sahte seçimlerin yapılmasına özen göstermekte ve böylece kendi halkı önünde bu rejimlere verdiği siyasi ve mali desteği meşrulaştırırken bu rejimler de Batı'nın çıkarlarına ve politikalarına tamamen boyun eğmeye devam etmektedir.Böylece özgürlük, katılım ve seçim sloganları, ümmetin iradesini gerçekleştirmek için değil, bağımlılığın ve hegemonyanın devam etmesi için bir kılıf olarak kullanılmaktadır.

Bugün Müslümanların görevi, tiran rejimler tarafından yönetilen sandık başına gitmek değildir, aksine onları devirmek ve meşruiyetini İslam'dan alan, hayatın tüm işlerinde İslam'ın hükümleriyle hükmeden ve otoriteyi ümmete ve egemenliği de sadece şeriata veren Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti kurmaktır.Dolayısıyla değişimin yolu demokratik seçimlerden geçmez, aksine ümmetin bilinçli olmasından, bir bütün olarak İslam'ın projesi etrafında saf tutmasından, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vacibini yerine getirmekten ve yöneticileri, sahte seçim programları temelinde değil, şeriat temelinde muhasebe etmekten geçer.

Ey Kinane'nin evlatları, ey Mısır'ın onurlu halkı; birkaç yılda bir seçimlerin sahnesini alkışlamak ve süslemek için sizleri sokağa çıkaran rejim, ekonomik politikalarıyla sizi yoksullaştıran, Filistin'deki Yahudilerle işbirliği yapan ve sizin sesinizi ve onurunuzu engelleyen aynı rejimdir. O halde kendi aleyhinize ona yardım etmeyin ve ona çok muhtaç olduğu meşruiyeti vermeyin.

Ey Mısır askerleri; Siz bu ümmetin evlatları ve onun bedeninin bir parçasısınız; o halde kendinizi, küfürle hükmeden fasit rejimlerin koruyucusu yapmayın. Sizin şerî vacibiniz, Allah’ın dinine yardım etmek, ümmetle birlikte onun gasp edilen otoritesini yeniden tesis etmek ve ümmeti birleştirecek ve ülkeyi yabancının nüfuzundan kurtaracak olan İslam Devleti’ni kurmak için çalışanlara destek vermektir.

Ulusun Geleceği Partisi ve diğer partiler tarafından düzenlenen kalabalık mitingler, insanları (oy kullanmaya) katılmanın bir görev olduğuna inandırmak için tekrarlanan siyasi tiyatronun fasıllarından başka bir şey değildir; oysa gerçekte bu, meşruiyetinin kaybetmiş laik sistemi temize çıkarmaktan ibarettir.Bu nedenle açık olan şerî tutum, bu seçimleri boykot etmek, onun sahteliğini ifşa etmek ve adaleti sağlayacak, onuru koruyacak ve ümmetin üzerindeki zulmü kaldıracak olan Raşidi Hilafeti kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için ciddiyetle çalışmaktır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْEy iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasulü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Bilal Abdullah – Mısır

Devamını oku...

Popülist “Peçe Savaşı” Gazze’deki Soykırımı Unutturmak ve Müslüman Kadını İslami Kimliğinden Soyutlamak İçin Kullanılan Avrupa Sömürgeciliğinin Güncel Bir Yansımasıdır

Siyasi arena bugün, peçeyi yasaklamak için yaygara koparan sağcı demokratik parti ve hükümetlerin başlattığı yeni bir popülist haçlı seferine tanık oluyor. Avustralya, İtalya ve Portekiz de bu İslam karşıtı akıma katıldı. Söz konusu ülkeler, zaten peçeyi daha önce yasaklamış olan İslam karşıtı Avrupa ülkeleri korosunun bir parçasıdır! Fransa, Belçika, Danimarka ve İsviçre bütün kamusal alanlarda peçe takılmasını kategorik olarak yasaklamışlardır, Hollanda ve Almanya ise eğitim kurumları ile resmî daireler gibi belli yerlerde kısmı yasak uygulamaktadır. Birleşik Krallık’ta ise tartışma işyerleri ve çalışanlar üzerine odaklanmış durumda. Reform UK gibi sağcı partiler, peçenin entegrasyonu, iletişimi ve güvenliği engellediği argümanını öne sürmekte ve onu bir toplumsal bölünme simgesi olarak tanımlamaktadır.

Peçeye karşı yürütülen bu savaş yeni bir olgu değildir; aksine, seküler Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara karşı beslediği uzun soluklu düşmanlık tarihinin yeni bir perdesidir. Bu köklü tarihsel düşmanlık, küresel kapitalizmin başarısızlığı yüzünden Batılı laik toplumların yaşadığı derin ekonomik krizden dikkatleri dağıtmak için bir araç olarak kullanılmaktadır.

Avustralya’da Pauline Hanson liderliğindeki Tek Ulus Partisi, İtalya’da Giorgia Meloni liderliğindeki İtalya’nın Kardeşleri Partisi ve Portekiz’de André Ventura liderliğindeki Chega Partisi gibi sağcı partiler, Müslüman kadının statüsünü küçümsemek, onu topluma zorla asimile etmek ve kamuoyunun dikkatini devletin başarısızlığından kaynaklanan gerçek krizlerden başka yöne çekmek için peçeyi bir sembol ve imge olarak istismar etmektedirler.

Müslüman kadının giyimi etrafında yüz yıllardır süregelen bu tartışma, aslında Avrupa sömürgeciliğinin “medenileştirme misyonu”nu ve “uygarlıklar çatışması”nı akla getiriyor. Fakat bugünkü bu tartışma, iflas etmiş ve adaletsiz kapitalist sistemlerin bitap düşürdüğü 21. yüzyıl insanlarını hedef alan o çatışmanın güncel bir versiyonudur. Bu, gerçek ekonomik sıkıntıları, İslam ve Müslümanlara karşı kurgulanmış bir savaşa dönüştürmeyi amaçlayan kasıtlı bir stratejidir.

Siyasetçilerin peçe yasağı gibi İslam düşmanı politikalarını aklamak için kullandıkları “milliyetçi feminizm” söylemi, aslında İslam ülkelerini ve Müslüman kadınları geri kalmış, tehdit ve kurtarılmaya muhtaç gösteren o alçak sömürgeci oryantalist zihniyetin yeniden hortlamasıdır!

İtalya ve Avustralya’daki peçe yasağı teklifleri, zaten İslamofobik saldırıların ana hedefi olan Müslüman kadınları özellikle hedef almaktadır.

Avustralya İslamofobi Kayıtları’nın 2024 Yıllık Raporu verilerine göre, İslam karşıtı saldırıların %75’i kadın ve kız çocuklarını hedef almaktadır. Benzer şekilde, Avrupa Temel Haklar Ajansı verileri, İtalya’daki Müslümanların %65’inin ayrımcılığa maruz kaldığını ve en fazla hedef alınan grubun kadınlar olduğunu göstermektedir.

Portekiz’de de İslamofobi’nin belirgin bir şekilde tırmanışta olduğu gözlemleniyor. Bu, İslam’ı Portekiz’in ve Hristiyan Batı’nın kimliğine bir tehdit olarak tasvir eden André Ventura liderliğindeki aşırı sağcı Chega Partisi’nin yükselişiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu ülkelerde peçe yasağının getirilmesi, Müslüman kadınların halihazırda maruz kaldığı önyargıları yasal olarak meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Buna ek olarak, kendi ülkelerinde kadınlar korkunç bir erkek şiddetine maruz kalırken utanmadan Müslüman kadınların giyimine dil uzatan, Müslüman kadınların giyimi üzerinden nutuk atan sağcı partilerin sergilediği siyasi ikiyüzlülüğü de unutmamak gerek! Örneğin,

  • Avustralya’da neredeyse her hafta bir kadın, partneri tarafından öldürülüyor (Avustralya Kriminoloji Enstitüsü, 2023-2024).
  • İtalya’da her üç günde bir kadın cinayeti işleniyor; bu utanç verici bir krizin işaretidir (İtalya İçişleri Bakanlığı, 2024).
  • Portekiz’de en yaygın suç, aile içi şiddettir ve kurbanların %85’i kadındır!

Kendi ülkelerindeki bu insani krizleri görmezden gelip, bir kumaş parçasını abartarak güvenlik tehdidi gibi göstermek, kadınları koruduğunu iddia edenlerin apaçık ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor.

Peçe yasağı, siyasetçi takımının, kamuoyunun gerçek gündemini meşgul eden insani felaketleri örtbas etmek için kullandığı bilinçli bir oyunudur! Mesela yüz binlerce insan Avustralya’da Sydney Köprüsü’nde, İtalya meydanlarında ve Lizbon sokaklarında, gaspçı ve cani Yahudi varlığının Gazze’de Müslümanlara karşı gerçekleştirdiği soykırımı protesto ederken, siyasetçiler halkın bu çığlığını duymak yerine, “biz ve onlar” ayrımına dayalı bir kültür savaşı başlatmayı tercih ettiler.

Müslüman kadının kıyafetini doğrudan hedef alan ve peçeyi ulusal güvenlik, milli kimlik ve seküler değerlere varoluşsal bir tehdit olarak betimlemek için ulusal güvenlik retoriğini kullanan bu saldırı, zorla asimilasyon planını meşrulaştırma ve Müslüman kadınları İslami kimliklerinden vazgeçirip onlara dayatılan o laik ulusal kimlik paçavrasına boyun eğdirmek içindir!

Biz Müslüman kadınlar olarak, İslami akidemize sımsıkı sarılmalı ve Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın, şiddet ve imtihan zamanlarında dinleri üzerinde sebat edenler ve sabredenler için vaat ettiği büyük mükafatı hatırlamalıyız. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ * أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ“Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” [Ahkaf 13-14]

Devamını oku...

Demokratik İdeolojik Süzgeç ve Müslümanların Şeytanlaştırılması

22 Ekim 2025’te medyaya yansıyan haberlere göre, Danimarka Parlamentosu Göçmenlik Komitesi, Danimarka vatandaşlığı için gerekli tüm şartları sağlamış olmasına rağmen, Müslüman bir erkeğe İslami değerleri nedeniyle vatandaşlık vermeyi reddetti. Komitedeki çoğunluk böylece “bizim değerlerimizle doğrudan çelişen değerleri savunmanın” Danimarka vatandaşlığı ile bağdaşmadığına karar verdi. Yaklaşan kaçınılmaz seçim yenilgilerini hafifletmek amacıyla her zamanki gibi bulanık İslamofobik sularında balık avlamaya kalkışan Sosyal Demokratlar, bu sefer de resmi Facebook sayfalarından bir Müslüman’ı hedef göstererek onun güya “Danimarka değerlerinden ve ülkemizden nefret ettiğini” iddia ettiler!

Bu karar, bu ülkedeki Müslümanlara yönelik çifte standardın bir başka açık kanıtıdır. Onlardan sadece yasalara uymaları değil, aynı zamanda iflas etmiş “liberal,” laik demokrasi önünde boyun eğmeleri ve İslami değerlerini terk etmeleri istenmektedir. Ancak mesele bu özel şartlarla da sınırlı kalmamaktadır. Çünkü hükümet, parlamenter politikacıların on yıllardır toplumun belirli segmentlerinde sistematik olarak beslediği içselleştirilmiş önyargılara, içlerindeki canavara hitap eden popülist bir söylemle bir adım daha ileri gitmektedir. Öyle ki cehaletten kaynaklanan korku ve nefret artık oy verme davranışını belirleyen bir etken haline gelmiş durumdadır. Böylelikle dinini yaşayan ve değerlerine bağlı Müslümanları toplum için bir tehdit, değerlerini ise tehlikeli, nefret uyandıran ve yıkıcı olarak betimlemektedirler.

Siyasetçiler özellikle, söz konusu Müslümanın Şeriatı savunmasına atıfta bulunuyorlar. Şeriat, her Müslümanın bağlı olduğu İslami kanunların ve yaşam kurallarının tamamıdır. Bu bir suç değildir; bu, sırf bir Müslümanın Kur’an’a ve Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünnetine bağlılığı nedeniyle ona uygulanan bir yaptırımdır.

Peki bundan sonra sırada ne var? Bu kararın emsal teşkil etmesiyle, laik engizisyonun başka hangi alanlarda hiçbir suç işlememiş Müslümanları sorgulayıp cezalandırmaya yöneleceği merak konusu.

Liberal demokrasi büyük bir değer buhranı yaşıyor. Parlamento ve özellikle Sosyal Demokratların liderliğindeki hükümet, çoktan tüm güvenilirliğini yitirdi. Ne çuvallayan politikaları ne de içi boş vaatleriyle bu çöküşü durdurabildiler! Halk artık gerçeği görüyor: Bu sistem her şeyden önce ülkedeki zengin seçkinlerin çıkarlarına hizmet ediyor. Küresel konularda ise Danimarka’nın tavrını çoğunlukla ABD’nin istekleri belirliyor; adeta ABD ne derse o oluyor.

Sosyal Demokratların ve Parlamento Göçmenlik Komitesi’nin, Müslümanları en doğal hakları olan Şeriatı savundukları için hedef göstermeye veya onları cezalandırmaya zerre kadar hakları yoktur! Danimarka silahlarıyla Filistin’de Müslüman sivillere karşı iki yıldır bir soykırım işlenirken, onların kalkıp Müslümanlara değerler dersi vermeye hele hele hiç hakları yoktur. İslami değerler, böylesi soykırımcı ve insanlık dışı değerlerden kat be kat üstündür ve laik, liberal değerlerden farklı olarak İslami değerler, gerçek kanıtlara ve her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek sağlam bir temele sahiptir. Dünya ve Danimarka toplumu için asıl tehdit, dinini yaşayan Müslümanlar ve İslam’ın yüce değerleri değildir! Bilakis asıl tehdit, ülkeyi kendi ahlaksız “değerleriyle” yönetmesine göz yumulan o vicdansız, nefret taciri kariyer politikacılarıdır!

Devamını oku...

Avustralya, Filistin’in Kalan Bölgelerinin Zorla İşgalini Desteklediğini Bildirdi

Avustralya hükûmeti, Gazze’nin zorla silahsızlandırılmasını ve ardından işgalci güçlere teslim edilmesini amaçlayan, ABD liderliğindeki Batılı, Arap ve Müslüman ülkelerden oluşan Trump’ın “Gazze Görev Gücü”ne katılacağını duyurdu.

Bu açıklama, tam da gaspçı varlığın Batı Şeria üzerinde de egemenlik kurma niyet ve arzusunu açıkladığı bir döneme denk geldi. Bu açıklama, ABD’nin tüm Orta Doğu’yu yeniden dizayn etme planı çerçevesinde, bütün Filistin’i Yahudilerin kontrol altına sokma yönündeki sinsi çabalarıyla da tamamen uyumludur!

Hizb-ut Tahrir / Avustralya aşağıdaki hususların altını çizmek istiyor:

1- Avustralya, Orta Doğu’da sömürgeci çıkarlara hizmet etme konusunda köklü bir sicile sahiptir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya Hafif Süvari Tugayı, İngilizler adına Filistin’e girerek İngiliz işgalini kolaylaştırmış ve daha sonra da Siyonist işgalcilere bölgenin devredilmesine aracılık etmiştir.

2- Avustralya’nın “Gazze Görev Gücü”ne katılımı, işgalcinin askeri yolla başaramadığını siyasi yollara başararak Gazze’yi teslim olmaya zorlama planının bir parçasıdır. Kendi yerli halkına soykırım uygulayan, Filistin halkına yönelik ilk soykırıma yardımcı olan, son iki yıldaki soykırıma sessiz kalan Avustralya, şimdi de işgalci gücün Filistin kimliğini tamamen yok etmesine yardım ediyor. Avustralya, bu suçlara yardım ettiği ve kolaylaştırdığı için sonsuza dek kınanacaktır.

3- Bu karanlık trajedinin en büyük faili, Arap ve Müslümanların hain yöneticileridir! Onlar her zaman işgalin ilk ve son savunma hattı olarak görev almışlar ve şimdi de Filistin’i kurtarmak yerine teslim etmek için birliklerini konuşlandırmayı kabul ederek ihanetlerini bir kez daha tescillemişlerdir. Bu hainlere hala meşruiyet atfeden, suçlarını savunan veya ihanetlerine alet olan her Müslüman, sonsuza dek onların işlediği cürümlere ortak olacaktır!

4- Filistin’i teslim olmaya zorlamak amacıyla kurulan uluslararası Siyonist-Haçlı ittifakı, bu devletlerin İslam dünyasına karşı beslediği köklü ve tarihi nefretin acı bir göstergesidir. Onlar kendilerini, tüm İslam dünyasını ele geçirip İslam’ı ve Müslümanları tamamen yenilgiye uğratana kadar durmayacak olan ilk haçlı seferlerinin mirasçıları olarak görüyorlar.

5- Bu son yüzyıldır hep tekrarlanıp durdu, fakat şu an durum daha da vahim. Müslümanlar siyasi iradelerini ortaya koymadıkça, hain yöneticilerini bir kenara atmadıkça ve Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmadıkça, sonsuza dek Siyonist-Haçlıların suçlarına ve onların yerli işbirlikçilerinin ihanetine mahkûm kalacaklardır. Artık yeter! Nerede olursa olsun zalimlerin ellerini kırmanın vakti gelmiştir!

Devamını oku...

Yahudilerin Ne Ahdi Vardır Ne de Emanı! Kaldı ki Arabulucular da Tarafsız Değildir

Yahudi varlığı, Gazze’deki ateşkes anlaşmasını 80’den fazla kez ihlal etmiştir. Bu ihlaller sonucunda çok sayıda kişi şehit oldu, çok sayıda kişi yaralandı, evler yıkıldı ve mülkler zarar gördü. Hatta Yahudi varlığı Başbakanı bir gün içinde Gazze’ye 153 ton bomba attıklarını ifade etti.

Arabuluculara gelince, başlarındaki Trump, en azılı sömürgeci devletin temsilcisidir. Allah’ın, Rasûlü’nün ve Müslümanların bir numaralı düşmanıdır. Yahudileri en ölümcül silahlarla donattığıyla övünmektedir. Yetmezmiş gibi anlaşmaya uymazsa Hamas’ı yok etmekle tehdit etmektedir. Ama bir yandan da, tıpkı metamorfoz varlığı gibi kankası Netanyahu’nun uyduruk bahanelerle anlaşmayı her seferinde ihlal etmesini de görmezden gelmektedir.

Diğer arabuluculara gelince, onların durumu daha da vahim. Zira Gazze savaşı süresince iki yıl boyunca ölüm sessizliğine bürünmüşlerdir. Daha da önemlisi, mücrim Yahudi varlığı ile diplomatik ilişkilerini sürdürmüşler, hatta bazıları ona askeri ve lojistik destek sağlamıştır. Gazze halkına yaptıkları cüzi yardımlarla övünen bu arabulucular, kesinlikle tarafsız değillerdir; aksine, Yahudi varlığına daha yakındırlar ve efendileri Amerika’nın kul ve kölesidirler.

Hizb-ut Tahrir, yayınlarında bu anlaşmanın mayınlı olduğunu belirtti. Diğer bir deyişle anlaşma, Yahudi varlığının anlaşmayı bozmasını meşrulaştırmak için istismar edebileceği boşluklarla doludur. Birçok analist de bu görüşü doğruladı. Kaldı ki Yahudiler anlaşma ve sözleşmeleri ihlal etmekle kara bir geçmişe sahiptirler. Peygamberlerini öldürdüler, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e de hiç iyi davranmadılar, davranışları nedeniyle Avrupa’da gettolara yaşamaya mahkûm edildiler. Filistin ve Lübnan’da işledikleri alçaklıklar ve suçlar da ortadadır!

Ey Müslümanlar! Düşmanlarınız, eğer başınızda samimi liderler olsaydı, gerçek bir savaşta sizinle asla başa çıkamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Dikkat edin, asıl sorununuz, efendileri sömürgeci devletlere ve Yahudi varlığına hizmet eden, sizin haklarınızı gözetmeyen, onurunuzu korumayan ve düşmanlarınızla birlikte size karşı entrika kuran yöneticilerinizdir. Bu yüzden, yaşananlardan ders alın, kararınızı verin ve Nübüvvet metodu üzere İkinci Raşidi Hilafeti kurmak için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışın. Zira Hilafet izzet ve düşmanlarınıza karşı zafer demektir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ * وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللهُ عَلَى مَن يَشَاءُ وَاللهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ“Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size yardım etsin, mümin topluluğun gönüllerini ferahlatsın ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah, dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [Tevbe 14 -15]

Devamını oku...

Müslümanların Gafleti İle İslam Nizamının Terk Edilmesinin Arasında Ümmetin Uyanmasının Zaman Gelmedi Mi?

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Müslümanların Gafleti İle İslam Nizamının Terk Edilmesinin Arasında Ümmetin Uyanmasının Zaman Gelmedi Mi?

Hilafet Müslümanların gerçekliğinden kaybolup İslam yönetim mecralarından uzaklaştığından beri ümmet, kendisi, dini ve fıtratı konusunda acı verici bir yabancılaşma sarmalının içine girmiştir. Ümmetin sadece toprakları işgal edilmemiş, aksine Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmesi de kaldırılmış ve ümmetin kültürel temelleri ve ahlaki standartları yok edilmiştir. Musibet sadece birleşik varlığın yok olması değildir, aksine mefhumlar değişmiş, dengeler bozulmuş ve topraktan önce zihinler işgal edilmiştir.

Gözlerimizle gördüğümüz şeyler: Sömürgeci Batı ile savaş, sadece tanklarla ve silahlarla olan savaşı değildir, aksine fikir ve medeniyet savaşıdır. Nitekim onlar, Müslümanları kimliklerine göre değil, sömürgecinin imajına göre yeniden şekillendirmek, dinlerinden sapmalarını, geçmişlerini inkâr etmelerini ve kendi gerçekliklerine teslim olmalarını istiyorlar. Ne yazık ki mefhumların birbirine karıştığı bir zamanda yaşıyoruz:

Yalan süslü gösterilip "özgürlük" diye sunuluyor, iyilikle alay ediliyor ve sanki modern bir yaşam biçimiymiş gibi münkerin propagandası yapılıyor. Haram moda haline gelirken yozlaşma ise gelişmişlik ve açılım olarak pazarlanıyor. Birçok kişinin zihninden, medeniyetin İslam’ın mefhumlarını terk etmek anlamına gelmediği gibi ilerlemenin de insanın değerinden, dininden ve fıtratından vazgeçmek anlamına gelmediği kaybolmuş durumdadır.

Evet, günümüzde Müslümanın durumu, kendi ülkesinde hakikati yabancı olarak görmeye ve sırf akidesine bağlı kaldığı için aşırılıkla suçlanmaya kadar ulaşmıştır. Ümmet içindeki çatışma artık fıkhî ayrıntılarla ilgili değildir, aksine kimlik, onur ve aidiyetle ilgili bizzat varoluşun anlamıyla ilgilidir. Ayrıca Müslümanlar, Batı'nın kendileri için çizdiği hayatı kabul etmeye zorlanmakta olup bu hayatın zahiri düzen ve refah, batını ise bağımlılık ve yok oluştur.

Müslüman, Batı'nın halini düşünmeye başlamıştır; zira Batının sakin ve düzenli bir hayat yaşadığını görmekte, bundan büyülenmekte ve sırrın dininde, sistemlerinde ve şeriatında değil de onlarda olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar, Batı’da var olan şeylerin ruhsuz sahte bir kabuk olduğunu ve kendilerinde var olan şeyin ise alemler için bir rahmet olduğunu unutmuş ya da unutturulmuştur.

Sorun sadece cehalet değildir, aksine sorun aldatmadır. Bu yüzden günümüz Müslümanı, İslam’ın hayatın tüm işleri için kapsamlı bir çözüm olduğunu görmeden sadece ona ruhi bir akide olarak tutunmaya devam etsin diye bir hayat nizamı olan İslam hakkında umutsuzluk tohumları ekerek Müslümanın toprağından önce zihnini hedef alan sömürgeci bir Batılılaşma projesinin kurbanı olduğunun farkında bile değildir.

Bir insan, dini hayattan ayıran insan yapımı sistemlerin yönettiği bir gerçeklikte yetiştirildiğinde, onun bilinci İslam'ın getirdiği hak ve batıl standartlarından uzaklaşarak yeniden şekillenir. Böylece başarının standardı, medyanın propagandasını yaptığı şey haline geldiği gibi kabul standardı da Batı medeniyetinin, çarpıtılmış mutluluk, özgürlük ve ilerleme mefhumları hakkında tasvir ettiği şey haline gelir. Böylece de daha dün münkerden nefret eden biri artık onu "şahsi özgürlük" olarak görmeye ve İslam yönetiminin gölgesinde yaşamayı arzulayan biri de artık siyasetin "kirli bir oyun" olduğuna ve İslam'ın yönetimle hiçbir ilgisi olmadığına ikna olmaya başlar. İşte bugün yaşadığımız gerçek yabancılaşmadır, yani fikrin yabancılaşması, fıtratın yabancılaşması ve kimliğin yabancılaşmasıdır.

Allah Subhanehu ve Teala’nın şu kavlini ya unuttuk ya da unutturulduk: فِطْرَتَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُAllah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur.” [Rum 30] Bilakis bu fıtratı değiştirmek için gece gündüz çalışan modern cehaletle uyum sağladık ve bu yüzden de fıtratı olması gereken yere geri döndürmek için çabalamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur; dolayısıyla insanlara çağrımız şöyle olsun: Fıtratınıza geri dönün ve İslam’ınız için ayağa kalkın; zira sizi, yozlaşmanın esaretinden kurtaracak ve çalınmış insanlığınızı geri kazandıracak olan sadece budur.

İnsan, içinde bulunduğu çevrenin bir ürünü olup bu çevre, fikir ve sistemi vahiyden gelen saf İslami bir çevreyle değiştirilmezse, kendisinin doğruluk üzere olduğunu zannetse bile, sapkınlığın esiri olmaya devam edecektir.

Ümmeti yok eden şey, sadece onun maddi olarak geri kalmışlığı değildir; aksine Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in metodunun hayatından yok olmasıdır. Zira bu metot, ruh ve aklın, ibadet ve muamelatın, bireyin ve toplumun, devlet ve tebaanın arasını, kapsamlı ve adil ilahi bir sistem içinde birleştiren bir metottur. Çünkü bu eğrilik ancak İslam ile düzelebilir. Daha restorasyon ve veya yamalama ile değil, aksine insanı fıtratına geri döndürecek ve İslam’ı hayatın tüm işlerinde liderlik ve rehberlik merkezine geri getirecek hadari bir inkılapla düzelebilir.

İnsan, Allah’ın yarattığı gibi, hak olanı idrak etme ve ruhunu canlandıracak ve yolunu aydınlatacak şeylerle etkileşime girme üzerine yaratılmıştır. Ancak insan, çarpık bir çevrenin, Allah'ın indirdikleriyle yönetemeyen sistemlerin, zehirli bir eğitim sisteminin, yönlendirilen medyanın, faizli bir ekonominin ve yabancı bir fikri sistemin için yetiştirildiği zaman, fıtratına aykırı olan şeylerin kölesi olmaya ve bilinci de dininden olmayan standartlarla şekillenmeye başlar.

Böylece de iç kırılma başlar…

Yani insan, hissetmeden akidesine yabancılaştığı ve siyasi zulmü ve toplumsal kayboluşu, İslam’ın bir hayat sistemi olarak kaybolmasının bir sonucu olarak değil de, kaçınılmaz bir kadermiş gibi kabul ettiği zaman, iç kırılma başlar.

Bugün içinde yaşadığımız gerçeklik, bir boşluktan dolayı ortaya çıkmamıştır; aksine İslam'ın yönetimden dışlanmasının ve Batı'dan gelen küfür sistemlerinin benimsenmesinin doğrudan bir sonucu olup bu sistemler ise, sömürgecilikle birlikte Müslüman ülkelere girmiş ve bunun ardında yapay sınırlar ve beşeri anayasalarla ulus devletler şeklinde kök salmış ve sömürgeci kafirlerin çıkarlarını koruyan ve onun ümmeti parçalamak ve hayatı laikleştirmek için yürüttüğü projeyi denetleyen işlevsel hükümetlere dönüşmüştür.

Evet, bu sistemlerin altında mefhumlar değişmiş ve fıtrat çarpıtılmıştır: Zira Allah’ın şeriatıyla hükmetmeye davet edenler gerici, iffetine bağlı olanlar geri kalmış ve cihada davet edenler de dünya barışını tehdit eden biri olarak nitelendirilir bir hale gelmiştir. Ayrıca açılım yozlaşmaya, özgürlük küfür özgürlüğü ve sapkınlığa ve akılcılık ise Batı kurumlarının dikte ettiği şeylere boyun eğmeye dönüşmüştür.

Bu, hiç kimse için bir sır değildir; zira Batı, sadece Hilafeti yıkmakla yetinmemiş, aksine müfredat, medya, sanat ve bugün gördüğümüz gibi saray mollalarının lisanı üzerinden sunulan "yozlaşmış dinleri" aracılığıyla sözde İslami şahsiyetleri yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla bizlere, vatanları Allah’ın dininden daha çok sevmeyi, renkli bayrakları Allah’ın Rasulü’nün bayrağından daha çok kutsallaştırmayı ve akideye değil de coğrafyaya ait olmayı öğrettiler.

Evet, Müslümanların nefislerine kâfir Batı karşısında aşağılık kompleksi ekilmiştir. Dolayısıyla standartlar Batılılaşmış, örneklikler Batılılaşmış ve kriterler de Batılılaşmıştır; böylece bazıları, düzen ve refahın ancak bu Batı sistemlerinin gölgesinde olacağını ve İslam'ın modern hayata uygun olmadığını zannetmeye başlamıştır. Bu yüzden Batı'da “sistem” olarak gördüğü şeyin, Müslümanların kanı ve serveti üzerine kurulu olduğunu, ruh ve gayeden kopuk tamamen materyalist bir sistem olduğunu, bilakis teknolojisi ve refahı hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın nihai akıbetinin yıkım olduğunu fark edemiyor.

Evet, bugün Batı, ümmete yönelik savaşında sadece Müslümanları zayıflatmak istemiyor, aksine onların kimliklerini yok etmek ve onları, Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti temsil eden Rabbani hadari projesinden soyutlamak istiyor.

Günümüzde dünya, karmaşık krizlerin kaynadığı bir ortamda yaşıyor; zira bir kriz çözülür çözülmez bir diğeri patlak veriyor. Batı medeniyetinin önderlik ettiği küresel sistemin, sadece arka arkaya gelen ekonomik krizler nedeniyle değil, aynı zamanda halkların sisteme olan güveninin sarsılması, çözüm yollarının başarısızlığı ve derin ahlaki çürüme nedeniyle de çökmeye mahkum olduğu aklı başında herkes için artık açık bir hale gelmiştir.

Menfaati her şeyin temeli haline getiren kapitalist sistem, insanları, dünyayı ve değerleri yok eden açgözlü bir tüketim canavarı üretmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu sistem artık gerçek çözümler sunamıyor, aksine krizleri bir ülkeden diğerine aktarıyor, başarısızlığını savaşlar, çatışmalar ve kavgalarla örtbas ediyor ve her alandaki çelişkileri altında boğuluyor, böylece yönetenler ve yönetilenler arasında güven krizi büyüyor, siyasi kurumlar aşınıyor, aileler çöküyor ve toplum benzeri görülmemiş bir ahlaki çöküş yaşıyor. Dolayısıyla Batı, her ne zaman özgürlük ve adaleti savunmaya çalışsa, kendi merkezindeki insanların yaşadığı sefil gerçeklik karşısında maskeleri düştüğü gibi yeryüzünün diğer halklarına da fesat ve zulüm ihraç etmiştir.

Evet, Batı'nın çöküşü tarihin sonu değildir, aksine acıların rahminden ve bu kokuşmuş medeniyetin yıkıntılarından filizlenecek yeni bir aşamanın başlangıcıdır. Bu da İslam ümmetine, risaletini yeniden canlandırması ve vahiyden kaynaklanan adil bir Rabbani sistem olan İslam ile dünyaya liderlik etmesi için büyük bir kapı aralamaktadır. Bu ise ancak bireyleri İslam bilinciyle eğitecek, takva temelinde bir toplum inşa edecek ve Batı standartlarına göre değil, şeriat temelinde bir devlet kuracak olan Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin kurulmasıyla olacaktır. Bu nedenle çözüm, sadece çirkin yüzleri güzelleştirmek değil, sistemi tamamen değiştirmekle olabilir.

Burada Müslümanlar, bugün dünyanın bir alternatif aradığını tam olarak idrak etmesi gerekir. Gerçek alternatif ise Çin, Rusya veya başka herhangi bir insan yapımı sistem değil, aksine İslam'ı Allah'ın indirdiği gibi uygulayacak, gerçek adaleti tesis edecek ve insanların işlerini alemlerin Rabbinin şeriatına göre gözetecek Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafettir. Bu yüzden ümmetin, küfür sistemleri kapsamındaki reform vehimlerini aşması ve gerçek değişimin sadece kapitalist sistemi kökünden söküp atarak gerçekleşebileceğini anlaması gerekir; böylece komünizm nasıl çöktüyse, kapitalizm de çökecektir; bu ise aziz olan Allah için hiç de zor değildir.

İslam bir ritüel değildir, aksine bir hayat sistemedir; bu yüzden Müslümanlar, ancak İslam ile hükmettiklerinde izzeti öğrenecekler, üzerlerine cumhuriyet, krallık ve İslam ile hiçbir ilgisi olmayan tüm insan yapımı sistemler dayatıldığında ise zilleti öğreneceklerdir. Dahası Batı, İslam'ın camiye hapsolmasını isterken Allah ise İslam'ın siyasi, ekonomik ve sosyal hayatı düzenleyen ve risaletini dünyaya taşıyan kapsamlı bir din olmasını istemektedir.

Hepimiz şunu bilelim ki, İslam sistemi olmadan gerçek bir kalkınma olamaz; o halde ümmetin izzetini ve şanını geri kazanmamızı engelleyen şey nedir? Peki bizimle iman ile onurun, saflık ile liderliğin arasını mezceden Sahabeler ve Tabiinlerin arasını engelleyen şey nedir? Bizimle Allah ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in emirlerine tabi olmak arasında duran şey nedir? Gerçekten gücümüzü mü kaybettik, yoksa aramıza acziyet tohumları ekildi de artık yalan bir kesinlik haline mi geldi? Bizi engelleyen tek şey vehimdir; yani İslam'ın bu çağa uygun olmadığı vehmi, ilerlemenin Batı'yı taklit etmeye bağlı olduğu vehmi, geçimimizin düşmanlarımızın elinde olduğu ve egemenliğin onların değişmez kaderi olduğu vehmidir.

Gerçekte Allahu Teala her şeyi bizim için hazırlamış, bizim için bu tamamlanmış dinle Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i peygamber olarak göndermiş ve şeriatını her zaman ve mekan için bir rahmet kılmış, ardından O'nun emrine uymamız durumunda bize nusret ve iktidar vaat etmiştir. Öyleyse neden bu vaadi tasdik etmiyoruz? Ve neden bunun için çalışmıyoruz?

Bugün ümmetin, muazzam bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve yeteneklerin yaşandığı bir zamanda Peygamberi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in metoduna geri döndüğünü bir hayal edin. Peki şayet imanın gücü maddi ilerleme birleşmiş olsa, şayet ümmetin serveti Allah’ın şeriatına göre yönetilmiş olsa, şayet ümmetin orduları birleşmiş olsa ve nesiller de sarsılmaz bir akide üzerine yetiştirilmiş olsa, dünyanın durumu nasıl olacak acaba? Dahası bizim zayıflığımızdan ve bölünmüşlüğümüzden beslenen sömürgeci kafirini durumu nasıl olacak acaba?

Düşman bize karşı sadece silahlarıyla değil, aksine hile ve kurnazlığıyla zafer kazanmıştır; zira bizler, gerçekliğe razı olmaya başlayıp önemsiz zevklerle meşgul olup ümmetin meselelerini terk edip bir somun ekmek peşinde koşmaya başlayınca, vizyonumuz kaybolmuş ve endişelerimiz ortadan kalkmıştır; gençlerin en büyük arzusu “seyahat etmek” ve genç kızların gayesi de “küçük bir proje” olmuştur; sanki biz dünyaya liderlik eden bir ümmet olmamışız gibi!

Bizleri, rızkın onların elinde olduğuna ve rahatlık isteyen birinin ülkesini, dilini ve dinini terk edip onların trenine binerek onların sistemlerinin altında zelil bir tabi olması gerektiğine inandırdılar. Ancak gerçekliği düşünen biri şu gerçeği görecektir:

Onurumuzu yeniden elde etmemizi engelleyen şey Batı değildir, aksine korktuğumuzdan, rehavete kapıldığımızdan ve Allah'ın vaadinden daha çok onların yalanlarına inandığımızdan dolayı bizleriz. Şüphesiz Allah yardımını vaat etmiştir ancak yardımı için bir şart koymuştur: وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُAllah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder.” [Hac 40]

Halkına asla yalan söylemeyen bir lider olan Hizb-ut Tahrir’in, hastalığın aslına parmak bastığını herkes bilmektedir: Hastalığın aslı ise İslam’ın bir hayat nizamı olarak kaybolması ve Allah indiklerinden başkasıyla yöneten ve ümmeti sömürgeci kafir Batı’nın medeniyetine ve anayasasına bağımlı olmaya sürükleyen ajan rejimlerin varlığıdır.

Bu nedenle ümmeti, şunlara davet ediyoruz:

1- Gerçekliğin bilincinde olmak: Bugün yaşadığımız zillet ve geri kalmışlık, İslam dışındaki yönetimin kaçınılmaz bir sonucudur.

2- İslami kimliğin ihya edilmesi: İslam'ı ruhani bir boşlukla değil, gerçekçi siyasi bir anlayışla anlamak.

3- Müslümanları tek bir bayrak altında birleştirecek, şeriatın egemenliğini yeniden tesis edecek ve İslam'ı bir nur ve hidayet risaleti olarak taşımak için ümmete liderlik edecek Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafeti kurmak için ciddiyetle çalışmak.

Artık Müslümanların bir yanılsama içinde yaşadıklarını fark etmelerinin zamanı gelmedi mi? Artık ümmetin, gafletinden uyanmasının zamanı gelmedi mi? Ümmet gaflet içinde olduğunu anladığında, kaçınılmaz olarak kalkınacaktır; peki ya uyanıp İslam sancağı altında birleşirse nasıl olur acaba?

Allah egemenliği vaat etmiş ve Allah amel etmeyi de şart koşmuştur: وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِAllah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına dair vaatte bulunmuştur.” [Nur 55] O halde Hilafet Devleti’ni kurmak için çalışanlarla birlikte çalışalım; zira İslam ümmetinin izzetine ve onuruna geri dönmesi için gerçek umut ve tek yol Hilafet Devleti'dir. وَنُرِيدُ أَن نَّمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ أَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَBiz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) varis kılmak istiyorduk.” [Kasas 5]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Nuseybe Fellahi (Ümmü Vad) – Yemen

Devamını oku...

Kafirlere ve Onların Ajanlarına Değil, Allah’a ve İnsanlık İçin Çıkarılmış En Hayırlı Ümmete Güvenmenin Zamanı Gelmedi Mi?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Kafirlere ve Onların Ajanlarına Değil, Allah’a ve İnsanlık İçin Çıkarılmış En Hayırlı Ümmete Güvenmenin Zamanı Gelmedi Mi?

Haber:

Hamas ile Yahudi varlığı arasında 10 Ekim'de yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasının ilk aşaması aksaklıklara ve ihlallere rağmen devam ederken ikinci aşamasına ilişkin görüşmeler de sürüyor.

Bu bağlamda, Hamas Siyasi Büro Üyesi Halil Hayye liderliğindeki Hamas heyeti ile Filistin Devlet Başkanı Yardımcısı Hüseyin eş-Şeyh ve Filistin İstihbarat Başkanı Macid Ferac liderliğindeki Fetih Hareketi heyetleri Mısır'da bir araya geldi.

Mısır'da yayın yapan "Kahire el-İhbariyye (Al Qahera News)" televizyonunun haberine göre, heyetler, ateşkes anlaşmasının ikinci aşamasını ve Gazze'de ateşkes sonrası durumu görüştü.

Ancak Yahudi varlığı defalarca ateşkesi ihlal etti ve düzenlediği saldırılarda onlarca Filistinli hayatını kaybetti. Yahudi varlığı, ateşkesin yürürlüğe girdiği 10 Ekim'den 20 Ekim'e kadarki süre zarfında Gazze Şeridi'ne girmesi gereken 6 bin 600 tırdan da sadece 986'sının girişine izin verdi.

Ateşkes anlaşmasının ikinci aşamasında ise Hamas'ın silahsızlandırılması, Gazze'ye uluslararası bir barış gücü konuşlandırılması, geçici bir yönetim kurulması ve yeniden imar gibi maddeler öne çıkıyor. (23.10.2025, trthaber)

Yorum:

Yahudi varlığının Gazze halkına yönelik savaşında işlediği katliam, yıkım ve soykırımın üzerinden iki yıldan fazla bir zaman geçti; bu zaman zarfında tüm dünya bu vahşeti izledi ve Müslümanların başındaki hain yöneticilerden bu vahşeti durdurmaya yönelik hiçbir eylem görmedik. Bundan daha da kötüsü, Mısır Firavun’u Sisi, Gazze’deki halkımıza destek vermek için Yahudi varlığına tek bir kurşun dahi sıkmadığı gibi onlardan bir lokma ekmeği ve bir yudum suyu dahi engellemiştir. Bu gerçeklik, aklı olup anlayan hiç kimse için bir sır değildir. Diğer taraftan gaspçı Yahudi varlığının vahşeti, vampirliği, kibri, İslam’a ve Müslümanlara olan kini, hiçbir şekilde yapılan anlaşmaya sadık kalmadığı ve akla hayale gelmeyecek korkunçluklar işlediği de hiç kimse için bir sır değildir. Ayrıca Müslümanların başındaki yöneticilerin, özellikle de Filistin otoritesinin başındaki aptalın, iki yıldan fazla süren savaş sırasında Gazze’deki halkımız için içi boş söylemlerden başka hiçbir şey yapmadıkları, Müslümanların taleplerine hiç kulak vermedikleri, Trump’ın sözüne Allah’ın kelamından daha çok değer verdikleri, Trump’ın bir çağrısıyla onunla görüşmek için yarış yaptıkları ve Yahudi varlığına doğrudan veya dolaylı olarak destek vermeye devam ettikleri de hiç kimse için bir sır değildir.

Evet, Gazze halkının çektiği acıları en derinden hissediyor ve onlara yardım etmeyen hain yöneticilere de en derinden öfkeleniyoruz. Müslümanların başındaki hain ve ajan yöneticilerin Gazze halkını yüzüstü bırakmasını Allah’a, Rasulü’ne ve müminle yapılmış en büyük ihanet olarak görüyoruz. Peki onların bu ihanetleri, kafir Amerika ve onun ajanlarının koridorlarında dolaşmayı, küfrün başı Amerika’nın önerdiği anlaşma maddelerine boyun eğmeyi, Yahudi varlığı ile aynı masaya oturmayı, Allah’ın emirlerini göz ardı etmeyi ve Allah’ın en hayırlı olarak vasıflandırdığı ümmetin taleplerini görmezden gelmeyi meşru mu kılmaktadır?

Her ne olursa olsun İslami tavır, Allah’a güvenmek, Allah’ın emirlerine ve Müslümanların taleplerine kulak vermek, kafirlere ve ajanlarına hiçbir şekilde güvenip itaat etmemek ve onların şeytani anlaşma maddelerini kaldırıp atmak değil midir? Müslümanların çaresiz ve zor durumda kaldıklarında, tek sığınakları Allah ve yönelecekleri yer de İslam ümmeti ve onun orduları olması gerekmez mi? Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَدَعْ اَذٰيهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًاKâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların eziyetlerine aldırma. Sen Allah’a güvenip dayan. Vekil (Güvenip dayanılacak zat) olarak Allah yeter!” [Ahzab 48]

Sonuç olarak gerçek şu ki; eğer anlaşmanın ikinci aşamasının maddeleri, özellikle de silahların bırakılması maddesi üzerinde mutabık kalınırsa, Yahudi varlığı asla bu anlaşmaya uyup vahşetinden vazgeçmeyecek, nasıl ki anlaşmanın birinci aşamasını ihlal edip onlarca masum Müslümanı katlettiyse yine katletmeye devam edecektir. Bu yüzden Hamas heyeti de dahil tüm İslami gruplar ve heyetler, Gazze mücahitlerinin kahramanlıklarını, Gazze halkının sabrını ve metanetini ve onların Allah’a olan güçlü iman ve inançlarını kafirlerin ve ajanlarının koridorlarında ve masalarında heder etmesinler; gerçekten üstün olup  zafer kazanmak istiyorlarsa yönlerini Allah’a, İslam ümmetine ve ümmetin ordularına çevirsinler, sadece onlara güvenip onlardan yardım istesinler; ancak o zaman kaçınılmaz olarak Allah’ın yardımı gelecek ve İslam ümmeti ve tüm insanlık için tek kurtuluş reçetesi olan İslam’ın hükümlerinin tatbik edileceği Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulması an meselesi olacaktır. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.” [Muhammed 7] 

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ramazan Ebu Furkan

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER