Pazartesi, 19 Cumade’l Ûlâ 1447 | 2025/11/10
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Normalleşme Açıklamaları, Düşmanla Bütünleşip Ümmetten Ayrışmanın Apaçık İlanıdır!

Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdülati, son günlerde katıldığı uluslararası konferanslarda bir dizi dikkat çekici açıklamada bulundu. Abdülati, “İsrail’in barış içinde yaşamasının ve bölgeye entegrasyonunun önemli olduğunu” vurguladı. Suudi Arabistan ve diğer ülkelerle birlikte “İsrail ile normalleşmeye tamamen hazır olduklarını” belirten Bakan, gelecek için tek çözümün “İsrail ile barış içinde yaşayacak, silahtan arındırılmış bir Filistin devleti” olduğunu söyledi... Bu açıklamalar, Müslüman ülkelerdeki mevcut yönetimlerin izlediği yolu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Gaspçı varlıkla tam bir normalleşme yolu izleniyor. Batı’nın sömürgeci projesine hizmet etmek için bu varlığın güvenliği ve bölgeye entegrasyonu için çalışılıyor.

Bir Müslüman ülkenin dışişleri bakanının, “İsrail’in barış içinde yaşamasının ve bölgeye entegrasyonunun önemli olduğunu” vurgulaması, geçici bir saldırganlığın durdurulması çağrısının ötesinde, işgal varlığını meşru bir varlık olarak tanınmasını ve bölgenin doğal bir bileşeni sayılması anlamına gelir. Zira bölgeye entegrasyonu, ancak onun varlığını siyasi ve hukuki olarak tanımakla, ona ümmetin bağrına saplanmış yabancı bir cisim gibi değil de yaşama hakkı olan normal bir devlet gibi muamele edilmesiyle mümkündür. Bu tutum ise, bu konudaki net İslami hükümlere temelden aykırıdır. Zira Filistin, Müslümanların fethettiği bir İslâm toprağıdır; İslâm ümmetinin vakfıdır; Tek bir karışından dahi vazgeçilemez! Yahudi varlığı, sömürgeci kafir Batı’nın, Hilafet’i yıktıktan sonra topraklarımıza zorla kurduğu gaspçı bir varlıktır!

Tam normalleşme çağrısı, uşaklık ve bağımlılığın bir yansımasıdır ve ümmete apaçık bir ihanettir! Çünkü gaspçı bir düşmanla normalleşmek, onu meşrulaştırmak, kök salmasını sağlamak ve onu tanımayı reddeden İslam ümmetinin duruşunu zayıflatmak anlamına gelir. Gaspçı varlıktan memnun olmak ve onu barış ve normalleşmeyle razı etmeye çalışmak, onun asıl karakterini değiştirmeyeceği gibi, halkları da asla onu kabule ve onunla normalleşmeye zorlayamayacaktır.

Bu açıklamalar, bölgedeki yönetimler ile halkları arasındaki makasın ne kadar açıldığını gözler önüne seriyor. Zira ümmet, Filistin’i hala merkezi davası olarak görmekte, Yahudi varlığını tanımayı veya onunla normalleşmeyi reddetmekte ve bunu her fırsatta dile getirmektedir. Rejimler ise tam tersine, normalleşme projelerine ve o varlığa siyasi ve güvenlik desteği verme yarışına girişmişlerdir. Hatta daha da ileri giderek Gazze kuşatmasına ortak olmuşlar ve Gazze halkına yardım etmek için ortaya konulan her türlü etkili girişimi engellemişlerdir.

Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdülati’nin “entegrasyon”, “tam normalleşme” veya “silahtan arındırılmış devlet” gibi konular hakkındaki açıklamaları, onun kişisel görüşleri değildir. Aksine bu açıklamalar Batı’ya bağımlı ve Filistin davasını tasfiye etmeye çalışan Arap rejimlerinin politikalarının net bir yansımasıdır. Ayrıca bu açıklamalar, söz konusu rejimlerin ümmetin inancından ve duygularından ne kadar kopuk olduğunun da apaçık göstergesidir. Gaspçı varlık, ümmetin vücuduna saplanmış kötü huylu bir ur gibidir. Onunla birlikte yaşamak da onu entegre etmek de caiz değildir, bilakis kökünden sökülüp atılması gerekir.

Ey Kinane askerleri! Yetkililerin yaptığı, gaspçı varlığın meşruiyetini tanıyan, onun varlığını ve güvenliğini doğal bir mesele olarak gören bu aşağılık açıklamalar, ümmetten sadır olmamıştır ve ümmeti de temsil etmezler. Bilakis bu sözler, sömürgeciye bağlı olan, onun projelerini pazarlayan ve onu korumak için çalışan rejimlerden sadır olmuş açıklamalardır. Unutmayın ki, sizin de bir parçası olduğunuz ve toprağını, onurunu korumaya yemin ettiğiniz bu ümmet, o varlığı kesinlikle reddetmektedir. O varlığı, asla birlikte yaşanmayacak veya anlaşma yapılmayacak, tam aksine savaşılması ve kökünden sökülüp atılması gereken gaspçı bir düşman olarak görmektedir... Bugün size düşen dininize, ümmetinize ve kutsallarınıza sahip çıkmak için harekete geçmek; ihmalkâr ve dışa bağımlı gördüğünüz yöneticilere itaatten vazgeçmek ve silahlarınızı ümmetin gerçek düşmanına doğrultmaktır. Haydi ecdadınızın yazdığı kahramanlık destanlarının bir yenisini de siz yazın!

وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?[Nisa 75]

Devamını oku...

İhmalle Geçen On Yılların Faturası: Mısır’ın Susuzluk ve Sel Paradoksu

Mısır’da köyleri yutan, onlarca aileyi evsiz bırakan sel felaketi bir doğa olayı değil, çok daha derin bir ihanetin ve beceriksizliğin sonucudur. Bu felaket; rejimin Mısır’ın su haklarını peşkeş çekmesinin, halkın dertlerine karşı müzminleşmiş kayıtsızlığının ve ülkenin kaynaklarını, ulusal güvenliği ve milletin çıkarlarını korumaktan aciz bir şekilde yönetmesinin sadece bir tezahürüdür. Mevcut kriz, bir anda ortaya çıkmış değildir, aksine başarısız politikaların uzun vadeli ve kümülatif birikiminin bir neticesidir. Söz konusu politikalar, devleti su kaynaklarını savunma araçlarından yoksun bırakmış ve Etiyopya’nın Rönesans Barajı üzerinden Mısır ve Sudan’ın can damarı olan Nil’i kontrol etmesine kapı aralamıştır.

Mısır’ın basiretsiz ve teslimiyetçi politikaları, Etiyopya’nın eline bölge tarihinde görülmemiş bir stratejik koz vermiş, Mısır’ın su ihtiyacının %80’inden fazlasını sağlayan Mavi Nil suları üzerinde tam kontrol sağlamasına olanak tanımıştır. Rejim, Nahda Barajı’nın ilan edildiği ilk günden beri, ulusal hakları koruyacak ve halkını savunacak cesur bir duruş sergilemek yerine, fiili durumu acizce kabullenmeye ve boş uluslararası vaatlere sığınmaya dayalı zavallı bir müzakere çizgisi izlemiştir.

Etiyopya’nın, bağlayıcı bir hukuki çerçeve olmaksızın baraj dolum süreçlerini tek taraflı olarak tamamlaması, Etiyopya’ya Mısır ve Sudan yönlü debi üzerinde fiilî bir hâkimiyet sağlamasına imkân tanımıştır. Addis Ababa, barajın kapaklarını kendi çıkarlarına göre, hatta bazı yetkililerinin küstahça belirttiği gibi “keyfine göre” veyahut da Amerika’nın dayattığı şekilde açıp kapatmaktadır. Böylelikle baraj, Etiyopya ve efendilerinin dilediği an Mısır’a karşı kullanabileceği siyasi, ekonomik ve güvenlik amaçlı bir baskı aracına dönüşmüştür.

Bu su silahının iki namlusu var ve ikisi de Mısır’a dönük. İlk namlu ‘susuzluk’: Etiyopya, barajın kapaklarını kapattığında veya su akışını azalttığında, Mısır’ı tarımı, sanayiyi ve içme suyu kaynaklarını vuracak yıkıcı bir su kıtlığı tehlikesiyle karşı karşıya bırakacaktır. Silahın ikinci namlusu ise ‘sel felaketi’dir. Son dönemde örneklerini gördüğümüz gibi, baraj kapaklarının aniden sonuna kadar açılmasıyla serbest bırakılacak devasa bir su kütlesi, köylerin sular altında kalmasına, evlerin yıkılmasına ve hatta Mısır’ın gözbebeği Asvan Barajı’nın bile ciddi bir tehlike altına girmesine yol açacaktır. Nil’in kontrolü artık Mısır’ın elinde değil; rejim, elindeki tüm güç kozlarından feragat edip Mısır’ın su haklarını gönüllü olarak peşkeş çekerek ülkeyi dış iradenin oyuncağı yapmıştır.

Bugünkü sellerin bu kadar yıkıcı olmasının bir nedeni de, Mısır’ın olası taşkınları yutabilecek su altyapısını yıllar içinde ortadan kaldırmış olmasıdır. Bir zamanlar sulama kanalları, nehir kolları ve drenaj kanalları, fazla suyu tahliye edip dağıtan, hem doğal hem de insan yapımı entegre bir ağ oluşturuyordu. Bu sistem sayesinde tarım arazileri ve köyler sellerden korunuyordu. Ne var ki, geçtiğimiz on yıllar boyunca bu hayati ağlar hem ciddi bir şekilde ihmal edilmiş hem de çoğu zaman kasıtlı olarak toprakla doldurulmuştur.

Nitekim resmi rakamlar, Mısır’daki su altyapısının nasıl bir talanla karşı karşıya olduğunu gözler önüne seriyor. Spesifik olarak, yalnızca 2025 yılı içerisinde Nil Nehri havzasına yönelik 18.000’i aşkın ihlal vakası raporlanmıştır. Buna ek olarak, 2021 yılından itibaren, ilgili mevzuatla koruma altına alınan ‘Nil koruma kuşağı’ ve ‘taşkın yatağı arazileri üzerinde 20.000’den fazla ruhsatsız yapılaşma tespit edilmiştir. İşin en acı tarafı ise, bu yasa dışı yapılaşmanın gizlice değil, bizzat devletin gözleri önünde, adeta resmi bir geçit töreniyle gerçekleşmiş olmasıdır. Devletin ilgili kurumları ise bu talanı durdurmakta ya çekimser kalmış ya da yolsuzluk, torpil ve kurumsal çürümenin bir sonucu olarak bu duruma bilerek ve isteyerek göz yummuştur.

Devlet, proaktif bir su yönetimi stratejisi benimsemek yerine - ki bu strateji, taşkınları absorbe etmek ve bu suyu arazi ıslahı için kullanmak amacıyla nehir kesitlerini genişletmeyi ve atıl durumdaki yan kolları rehabilite etmeyi içerirdi - tam tersi yönde bir politika tercih etmiştir. Bu politika, mevcut drenaj ve sulama kanallarının doldurulması ve nehir yatağının tarımsal ve yapısal kullanıma açılması şeklinde tezahür etmiştir. Bu eylemlerin neticesinde, hidrolojik sistemin ani taşkın piklerini yönetme ve sönümleme kapasitesi önemli ölçüde azalmıştır.

Bir zamanlar suyun tahliyesi için ayrılmış olan bu topraklar, zamanla ya kaçak yerleşim bölgelerine ya da ruhsatsız tarım arazilerine dönüşmüştür. Bu arazi kullanım değişikliği, söz konusu bölgeleri, Nil Nehri’nin su seviyesindeki her artışta doğrudan taşkın riski etki alanına dahil etmiştir. Etkin erken uyarı sistemlerinin yokluğu ise, yerel halkın kriz anında hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştur. Vatandaşlar, hızla yükselen su seviyeleri ve konutlarının yapısal bütünlüğünü kaybetmesi gibi çoklu tehditlerle, devlet tarafından sağlanan somut bir koruma olmaksızın yüzleşmek zorunda kalmışlardır.

Söz konusu ihmal, Mısır’ın tarım sektöründeki daha geniş kapsamlı bir politika başarısızlığından ayrı düşünülemez. Devlet, gıda güvenliğini sürdürülebilir kılacak rasyonel adımlar atmak –sulama altyapısını geliştirmek, drenaj ağlarını rehabilite etmek ve tarımsal arazi varlığını genişletmek– yerine, arazi verimliliğine katkısı olmayan göstermelik projelere yönelmiştir. Buna mukabil, verimli tarım arazilerinin spekülatif yatırım veya konut projeleri için imara açılmasına ve tarım dışı amaçlarla kullanılmasına müsaade edilmiştir. Bu politikanın neticesinde, son on yıllarda önemli miktarda tarım arazisi kaybedilmiş ve ülkenin hidrolojik şoklara karşı kırılganlığı artmıştır.

Su, hayatın en temel yapı taşlarından biridir ve İslam’a göre, onu korumak ve doğru yönetmek devletin en asli görevlerindendir. Bu nedenle, ister sel baskınları olsun ister kuraklık, devlet bütün imkanlarını kullanarak su kaynaklarını korumakla ve halkını bu tür tehlikelerden muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu hayati meselede gevşeklik göstermek, basit bir idari hata olarak geçiştirilemez! Allah’ın yöneticiye verdiği kutsal emanete ihanettir ve bu ihanetin bedeli hem bu dünyada hem de ahirette çok ağır olacaktır.

Ayrıca, İslam dış baskılara boyun eğmeyi veya bağımlılık ilişkilerini kabul etmez. Tam aksine, ümmetin stratejik varlıklarını korumak için kararlı siyasi ve askeri politikalar izlenmesini ve ümmetin can damarı niteliğindeki kaynakların kontrolünün hiçbir yabancı gücün eline geçmesine izin verilmemesini farz kılar. Rönesans Barajı’nın büyüyerek Etiyopya’nın elinde bir “hayat vanasına” dönüşmesine göz yummak, bir yöneticinin ümmetin çıkarlarını koruma göreviyle bağdaşmayan, tehlikeli bir siyasi ihmalkarlıktır.

Bu durumun neticesinde Mısır, dış kaynaklı bir hidro-stratejik silaha karşı kırılgan bir pozisyona düşürülmüştür. Ve Mısır’ın bugünkü acı tablosu, zorlu bir denklemin sonucudur:

Çürümüş Altyapı: Yılların ihmali ve yolsuzluğuyla adeta bir enkaza dönen su şebekeleri.

Boğulmuş Nehir: Yatağı daraltılarak ve kolları doldurularak akışı engellenen bir Nil.

İşgal Edilmiş Kıyılar: Göz göre göre nehrin yatağına inşa edilen kaçak köyler ve mahalleler.

Teslim Olmuş Devlet: Su kozunu Etiyopya’ya kaptıran, pazarlık gücünü sıfırlamış bir yönetim.

Bu gidişatın sonu bellidir: Su salındığında sele, tutulduğunda ise susuzluğa mahkûm bir Mısır...Ve hepsinden daha acısı, Allah’ın bu topraklara armağanı olan o kutsal nehrin dizginlerini elinde tutan yabancı bir iradenin gölgesinde, her geçen gün biraz daha boyun eğen bir ülke...

Gerçek çözüm, göstermelik görüşmeler yapmak ya da uluslararası yardımları ve Dünya Bankası’nın sözlerini beklemek değildir. Gerçek çözüm, devletin temel yönetişim sorumluluklarını eksiksiz olarak üstlenmesinde ve aşağıdaki eylem planını kararlılıkla uygulamasında yatmaktadır: Su altyapısı, sil baştan doğru temellerde kurulmalıdır. Siyasi bağımsızlık tam olarak sağlanmalı, dışa bağımlılık sona erdirilmelidir. Ulusal su haklarını korumak için devletin tüm gücü seferber edilmelidir. Yönetimdeki yolsuzluk kökünden kazınmalıdır. Kapatılan tüm su kanalları yeniden açılmalıdır. Nil yatağındaki yapılaşma kalıcı olarak yasaklanmalıdır. Su, bir avuç imtiyazlının değil, tüm halkın çıkarına göre yönetilmelidir. Yozlaşmış bir kapitalist sistemi uygulayan bir yönetimin bunları yapması mümkün değildir. Bütün bunlar, ancak halkını gerçekten İslam’la gözeten bir devleti gerektirir.

İslam’a göre devlet, ümmetin çıkarlarının bekçisi olmalı, dışarıya bağımlı olmamalıdır. Projelerini, bağışçı ülkelerin dayatmalarına göre değil, “Egemenlik Şeriat’ındır, Otorite Ümmetindir” ilkesine göre yeniden şekillendirmelidir. Bu da ancak İslam’la gerçek anlamda hükmeden bir sistemle mümkündür. Böyle bir sistem, siyaseti yeniden ideolojiye göre şekillendirecek ve halkın işleriyle ilgilenmeyi, medya için söylenmiş boş bir slogan olarak değil, en temel amacı olarak görecektir.

Allah’ım! Bize İslam Devleti’ni, onun otoritesini ve Şeriatını yeniden nasip et ki, bir kez daha Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet’in gölgesi altında yaşayalım!

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَـكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ“O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” [Araf 95]

Devamını oku...

İki Devletli Çözüm, Bu Yüzyılın En Büyük Soytarılığıdır!

Hizb-ut Tahrir/ Bangladeş Vilayeti, Prof. Yunus’un BM Genel Kurulu’nda sarf ettiği “Adalet, ancak 1967 öncesi sınırlar temelinde, “İsrail” ve Filistin’in barış içinde yan yana yaşamasıyla sağlanabilir” sözlerini sert bir biçimde kınar. Filistinliler gözlerimizin önünde soykırıma uğrarken, Filistin topraklarının %78’i Yahudiler tarafından gasp edilmişken Yahudi varlığı ile yan yana yaşamaktan bahsetmek adalet olabilir mi? Kendi ordusu bile olmayan, işgalci bir varlığın içindeki birkaç adacığa ‘devlet’ demek nasıl bir aymazlıktır?

Bugün şahit olduğumuz bu soytarılık, bize Yaser Arafat’ın 15 Kasım 1988’de Cezayir’de sahnelediği ‘Filistin Devleti’ ihaneti ve komedisini hatırlatıyor. O da kâğıttan bir devletti. Yıllar süren Oslo müzakerelerinin acı meyvesi ise, Yahudi işgalinin süngüleri altında can çekişen, hiçbir yetkisi olmayan göstermelik bir yönetim olmuştur. Müslümanların Ruveybida yöneticilerinin yanı sıra İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Trump’ın açıklamasını memnuniyetle karşıladılar. Filistinli örgütler bile sanki Filistin kurtulmuş da Siyonist varlık yeryüzünden silinip gitmiş gibi bu açıklamayı ‘direnişlerinin bir meyvesi’ olarak görüp sevinç çığlıkları attılar. Bu ne aymazlık!

قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ“Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar!” [Münafikun 4]

ABD’nin mimarı olduğu iki devletli çözüm projesinin perde arkasındaki asıl hedef, gayrimeşru Yahudi varlığını Müslüman coğrafyasında normalleştirmek ve meşrulaştırmaktır. Müslüman ülkelerdeki hain yöneticilerin desteği olmasa, Batı’dan aldığı milyarlarca dolarlık askeri yardıma rağmen bu varlık bir gün bile ayakta kalamaz.

لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلَّا أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ“Onlar incitmekten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa, geri dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” [Ali İmran 111] Özellikle 1990’larda iki devletli çözüme nüfuz etmeye başlayan ABD, bu süreci, bölgedeki vekili olan “İsrail”in’ konumunu sağlamlaştırarak kendi çıkarlarını ilerletmek için bir enstrüman olarak kullanmıştır. ABD, “İsrail”i askeri olarak güçlü ve komşularıyla daima anlaşmazlık içinde tutarak İslam ümmetinin bölünmüş kalmasını sağlamaktadır. ABD, aynı zamanda “İsrail”in gücünün tüm sistemi sarsacak bir çatışmayı tetiklemesini önlemek için de bir denge kurmaktadır. Bu denge–denetim düzeni, ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyası için kullandığı bir sis perdesidir. Amerika adil bir arabulucu falan değildir; bilakis “İsrail”in Araplara hâkim olduğu, ABD’nin kimi zaman dolaylı olarak İran üzerinden “İsrail”i belli ölçüde kontrol ettiği ve herkesin hâlâ Washington’a bağımlı kaldığı bir ekosistemin yöneticisidir.

Ey Müslümanlar! Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya ve Portekiz “Filistin Devleti”ni tanıdı. 22–30 Eylül 2025’te Fransa ve Suudi Arabistan’ın eş-başkanlığında yapılan BM Genel Kurulu’nun üst düzey konferansında başka ülkeler de peşi sıra aynı adımı attılar. Eski küfür başı Britanya ve diğer gayrimüslim ülkelerin, çirkin ve ikiyüzlü yüzlerini hem dünyadan hem de kendi halklarından gizlemek için böylesi bir adım attıkları aşikardır. “İsrail”e’ yönelik askeri desteğin devam ettiğini gösteren çok sayıda haber, bu ikiyüzlülüğü doğrulamaktadır. Örneğin Anadolu Ajansı’nın ülke medyasına dayandırdığı bir habere göre, “Britanya, Gazze’deki katliamın en ateşli anlarında, sadece geçtiğimiz Ağustos ayında “İsrail”e 100.000’den fazla mermi yollamıştır. O ay gidenler arasında tanklar, tüfekler ve envaiçeşit patlayıcı da vardı.” (Manabzamin, 1 October 2025) İşte Filistin’i tanıyanların gerçek yüzü bu!

Her şey, kurnaz emperyalist Britanya’nın 1917’deki aldatıcı Balfour Deklarasyonu ile Osmanlı Hilafet Devletinin bir toprağı olan Filistin’in bir bölümünü Siyonistlere vermesiyle başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya iflas bayrağını çekince, Orta Doğu’nun kontrolü ve dünyanın liderliği ABD’ye geçti. O zamandan beri ABD önderliğindeki Batı dünyası, ‘İsrail’e bölgeyi daimî olarak yağmalama hakkı veren bu hileli tuzağın devam etmesi için çalışmaktadır. Bu planın bir parçası olarak şimdi de “Gazze Uluslararası Geçiş Yönetimi (GITA)” adında uluslararası bir yapı kurmayı hedefliyorlar. Bu yapı, beş yıla kadar Gazze’deki “en üst siyasi ve hukuki otorite” olacak şekilde yetkilendirilecek. Yönetimin başına ise, 2003’teki Amerikan’ın Irak işgalindeki rolüyle hatırlanan eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in getirilmesi planlanıyor. (Beyaz Saray’ın, Tony Blair liderliğinde Gazze’de geçici bir yönetim kurulmasını içeren bir planı desteklediği belirtiliyor. The Guardian, 25 September, 2025)

Ey Müslümanlar! Gazze’deki soykırım, uzak diyarlarda yaşanan bir acı ve trajedi değildir; aksine Mübarek toprakta yaşanan ümmetin mücadelesinin en sıcak ve alevli hattıdır. Filistin’deki kardeşlerimiz, geçici bir güç veya dünyalık çıkarlar peşinde değillerdir. Onlar, Müslümanlara ait her karış toprağı canları pahasına koruyan, cani kafirlerin saldırısına karşı ümmetimizin kutsal değerlerini savunan bekçilerdir. İki devletli çözüm, Yahudilerin o Mübarek Toprak üzerindeki hak iddiasını kabul etmek anlamanı gelir ki bu, İslam’a göre haramdır. O topraklar, Sahabelerin ve mücahitlerin kanlarıyla kutsanmış bir mirastır. Orası, dünya Müslümanlarının üçüncü kutsal mabedi ve ziyaretgâhıdır. Orası, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Miraç’a yükseldiği yerdir. Bu nedenle, orası bir İslam toprağıdır, üzerinde pazarlık yapılamaz ve tek bir karışından dahi feragat edilemez.

Bu ümmetin başına gelen en büyük felaket, kahraman ordularımızı kışlalarına zincirleyen yöneticilerdir. Yöneticiler bu orduları, soykırıma uğrayan Müslümanları korumak, ilk Kıblenin statüsünü muhafaza etmek ve Mübarek Toprağı kurtarmak gibi asli görevleri için seferber etmek yerine Batılı güçlerin liderliğindeki BM barış gücü operasyonlarına tahsis etmişlerdir. Yaklaşık bir asır önce Hilafet’in ilga edilmesinden bu yana Müslümanlar etrafında kenetlenecekleri, uğrunda birleşip savaşacakları bir halifeden yoksundur. Nitekim Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

وَإِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ“İmam ancak bir kalkandır. Arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” [Buhari ve Müslim] Bu nedenle dünya çapındaki Müslümanlar, samimi subayları Hizb-ut Tahrir’in liderliğinde Hilafeti yeniden tesis etmek için el ele vermeye çağırıyor. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ“Onlarla savaşın ki Allah sizin elleriniz ile onları cezalandırsın, rezil rüsva etsin. Onlara karşı size yardım etsin. Müminlerin kalplerine şifa versin.” [Tevbe 14]

Devamını oku...

Ey Teslimiyetçi Pısırık Yöneticiler! Bırakın da Ümmet Kendi Kararını Kendi Versin

Ne biz ne de İslam ümmeti Müslüman ülkelerdeki hain yöneticilerin ABD Başkanı Donald Trump’ın Gazze’yi peşkeş çekme planını alkışlamasına şaşırmamıştır. Zira bu yöneticilerin teslimiyetçi tavırlarına, hatta meselelerimize karşı sömürgeci güçlerle işbirliği yapmalarına alıştık artık. Onların karakteri budur. Daha 23 Eylül 2025’te New York’taki BM toplantılarında Trump’a övgüler düzen ve Gazze için ondan medet uman bu liderler, Trump’ın sömürgeci planını duyurur duyurmaz desteklerini sunmak için adeta sıraya girdiler. Nasıl sıraya girmesinler ki? Erkeklik onurlarını ve yiğitliklerini kaybettikleri içlerinden bir teki bile aksini yapmaya cüret edemezdi.

Ey Müslümanlar! Trump, Yahudi varlığının Gazze ve Batı Şeria’daki iğrenç suçlarının baş mimarı ve yegâne hamisidir. Ona silah, para ve istihbarat sağlayan; uluslararası alanda onu koruyup kollayan da odur. Katil varlığın suçlarını nasıl örtbas ettiğini, Gazze üzerine kurduğu sinsi planlarını, size dayattığı zillet anlaşmalarını (İbrahim Anlaşmaları) biliyorsunuz! Suç ortağı Netanyahu ile birlikteyken, “Hamas direnecek olursa Netanyahu’ya desteğim tamdır” dediğini de duydunuz. Sanki o ana kadar hiç destek vermiyormuş gibi utanmazca konuşmasını da işittiniz! Bütün bunları bile bile böyle bir suçluya ümmetin meseleleri emanet edilebilir mi?! Ondan, çıkarlarınızı gözetmesi beklenebilir mi?!

Ey Müslümanlar! Ey Müslüman ülkelerin orduları! Sizin, siyaset ve duruşunda Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i örnek alan bir yöneticiye ihtiyacınız var! Sizin, şanlı sahabe ve onları ihsanla takip edenlerin yaptığı gibi yapan bir yöneticiye ihtiyacınız var! Sizin, Ebubekir’in adaletini, Ömer’in celadetini, Harun Reşid’in haşmetini, Mutasım’ın onurunu, Selahaddin’in, Baybars’ın, Kutuz’un cesaretini ve Abdülhamid’in dirayetini kuşanmış bir lidere ihtiyacınız var! Sizin, konuştuğu zaman dünyayı titreten, düşmanın kalbine korku salan, sözünün eri olsun; düşmana şeytanın fısıltılarını unutturan bir yöneticiye ihtiyacınız var! İşte böyle bir yöneticiniz olsa Trump ve onun gibi suçlular size bugün davrandıkları gibi davranamayacak, aksine halifenizin önünde tir tir titreyeceklerdir! Sizin, Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdelediği ve halkına asla yalan söylemeyen Hizb-ut Tahrir’in de kurmak için çalıştığı Nübüvvet metodu üzere ikinci Raşidi Hilafete ihtiyacınız var. Gelin, dünyada izzete kavuşmak ve ahirette de kurtuluşa erişmek için bu kutlu çalışmaya siz de katılın, onlara omuz verin. Aksi takdirde bu vurdumduymaz yöneticiler sizi felakete sürükleyecek ve düşmanlarınızın kucağına atacaklardır!

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَنْصُرُوا اللهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ“Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.” [Muhammed 7]

Devamını oku...

Filistin Devletini Tanıma Tiyatrosu!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Filistin Devletini Tanıma Tiyatrosu!

Bakın işte dünya ayağa kalkıyor ya da öyle sanılıyor ve iki devletli çözüme göre Filistin devletini tanıma kararını güçlü bir şekilde alkışlıyor.

Bu, kısık ateşte pişirilmiş bir Amerikan yemeği olup dünyaya barışın bir yüzü olarak sunulmaktadır; bunun kahramanları Suudi Arabistan'ın yöneticileridir ancak gerçeklikte bu, “Washington patentli” ağrı kesici kutusundan başka bir şey değildir.

Suudi Arabistan, resmi bir vakarla, dünyaya şunu söylemek için aracılık rolünü yerine getiriyor: İşte biz buradayız, girişimi sunuyor ve kullanılabilir bir hale getiriyoruz.

İngilizlere gelince; tek devlet projesiyle desteklenen bu çarpık varlıkla geldiklerinde tarih onları çoktan geride bırakmış ve bunu hayata geçirmeyi başaramamışlardır.

Washington, bilinen kurnazlığı ve kötülüğüyle, şapkasından iki devletli çözümü çıkarıp dünyayı bunu oylamaya itmiştir; küresel vicdan ise, aniden derin uykusundan “uyanmıştır”.

Hakikatte bu çarpık vicdan uyanmamış, aksine Amerika'nın hatalarına ve aldatıcı vaatlerine boyun eğerek esnemeye devam etmektedir. Bakın işte dünya bu sahneyi alkışlarken Filistin, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar arasında bir ayrım yapılmaksızın işgal güçlerinin ve uçaklarının bombardımanı altında kendi kanında boğuluyor ve bu sahne, suçlu milletlerin haber bültenleri ve konuşmaları için bir malzeme olmaya devam ediyor.

Kısacası ey beyler! Bu, Washington'un taşlarını hareket ettirdiği ve diğerlerini de karar vericiler olduklarına inandırdığı bir Amerikan satranç oyunudur.

Sonuç olarak ne yazık ki bu varlık, bekasını sürdürüp genişlemeye devam ederken, Filistinliler ise vaat edilen devletin serabını beklemektedirler.

Bu, bölümleri Washington tarafından yazılıp Birleşmiş Milletler sahnesinde oynanan ve anlaşmanın (hakların kaybı ve işgalin pekiştirilmesi) şeklindeki gerçek yüzü ortaya çıkıncaya kadar Müslümanların başındaki yöneticilerin seyirci koltuklarında oturduğu bir tiyatrodur.

Davayı değersiz bir bedele satan ajanlar, Beyaz Saray'ın koridorlarında ağzı açık gülümsemelerle geniş koltuklarda oturup Arap kıyafetlerini giymişler “barış” hakkında konuşuyorlar; ama gerçekte onlar, halklarının tıkıştırıldığı hapishanelerin anahtarlarını taşıyan kişilerdir. Böylece kendilerini devlet adamı sanıyorlar ama gerçekte onlar, Amerika'nın emirlerinin yankısından başka bir şey değillerdir.

Ey Müslümanlar, bu hainler sizin adınıza müzakere yapmıyorlar ve sizin adınıza konuşmuyorlar; aksine Batı'nın sofralarında sizin kanlarınızın ticaretini yapıyorlar. Ayrıca onlar, Filistin davasını pazarlık piyasasında bir meta haline getirip onu en düşük fiyata satıyorlar; bu yüzden sakın onların sloganlarına ve konuşmalarına aldanmayın.

Bu topraklar Birleşmiş Milletler kararlarıyla ya da dünyanın ıslıkları ve alkışlarıyla özgürleştirilmeyecek, aksine ümmet ayağa kalkıp artık zamanı gelmiş olan vaadini idrak ettiğinde özgürleşecektir. Bu yüzden ümmetin, gerçek kurtuluşun bu ruveybidaların eliyle olmayacağını idrak etmesi gerektiği gibi atalarının kadim ihtişamına geri dönmesi ve Allah'ın vaadinin, Allah'ın izniyle kaçınılmaz olarak geleceğini hatırlaması gerekir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Munis Hamid – Irak

Devamını oku...

Yumuşak Hegemonya ve Sudan'dan Libya'ya Kadar Halkların Çektiği Acılar!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Yumuşak Hegemonya ve Sudan'dan Libya'ya Kadar Halkların Çektiği Acılar!

Arap bölgemizi kasıp kavuran olayların hızla artmasıyla birlikte, evlatlarının kanı uluslararası ve bölgesel çatışmaların bedeli olsun diye halkların iradesi ve kendi kaderini tayin etme konusundaki meşru hakları hiçe sayılarak, deniz aşırı dayatılan yabancı müdahalelerin ve uluslararası kararların acı verici bir tablosu ortaya çıkıyor.

Sudan ve Libya, ülkelerin büyük güçler arasında nüfuz alanlarına, baskı araçlarına ve mesaj alışverişi için posta kutularına dönüştüğü bu çarpık gerçekliğin sadece iki çarpıcı örneğidir.

İşte bu Sudan, krizin patlak vermesinden bu yana kararları dışarıdan alınan bitap düşmüş bir ülkedir. Amerika sahnenin çok da uzağında değildir, aksine ateşli açıklamalardan seçici yaptırımlara, siyasi haritayı kendi vizyon ve çıkarlarına göre şekillendirme girişimlerine kadar tüm araçlarıyla bizzat olayların merkezindedir. Bakın işte Amerika bugün, demokratik geçişi engellediği gerekçesiyle Sudanlı siyasi figürlere yaptırımlar uygulamakla tehdit ederken, aynı çatışmaya karışan ancak Amerikan çıkarlarına hizmet etmeye daha yakın tutumları olan diğer taraflara göz yummaktadır. Peki o, Sudan'da nezih bir yaşamın gerçekleşmesini gerçekten ciddiye alıyor mu? Yoksa istikrarın sağlanması için Sudan halkına yardım etme sloganı altında kendi çıkarlarına göre kimi cezalandırıp kimi affedeceğini mi seçiyor?

Libya'da da sahne, başka bir şekilde tekrarlanıyor. Libya halkı yıllardır siyasi bölünmenin ve kronik uluslararası müdahalelerin acısını çekmekte ancak buna rağmen ABD, Dibeybe hükümeti halk arasında gerçek bir kabul görmemesine rağmen bu hükümeti desteklemekte ısrar etmektedir. Böylece meşruiyet, Amerika'nın tutumuna göre verilen veya geri alınan bir mefhum haline gelmiştir.

Ne yazık ki bugün tanık olduğumuz şey, ekonomik yaptırımlar veya siyasi baskılar gibi çeşitli araçlar yoluyla büyük güçlerin uyguladıkları “yumuşak hegemonyadır”. Bunlar, orduların yaptıklarından daha acı verici olan modern sömürgecilik araçlarıdır; çünkü bu araçlar, egemenliğe, onura ve karar alma sürecine derinden saldırmaktadır.

Bu uluslararası mücadelenin ortasında Sudan, Libya, Tunus, Yemen ve Suriye halkları, açlık, yerinden edilme ve geleceğin kaybolması gibi acılardan dolayı uzun bir kuyrukta beklerken büyük güçler ise nüfuz için çatışmakta, sadakatler dağıtmakta ve anlaşmalar yapmaktadırlar.

Ancak geriye şu önemli soru kalıyor: Bu hegemonyadan kurtuluşun yolu nedir?

Ben diyorum ki: Bu halkların önünde, dizginleri yeniden ele geçirmekten ve büyük güçlerin satranç tahtasında sadece piyonlar olmayı reddetmekten başka bir seçenek yoktur. Bu nedenle kurtuluşun yolu, ümmetin bilincini yeniden kazanması ve izzet, egemenlik ve onur gibi değerlerin ümmetin vicdanında yeniden canlandırmasıyla başlar. Tarih bize, yaşamak isteyen milletlerin, işgalcinin zorbalığına rağmen galip geldiğini öğretmiştir. Artık “Yeter artık!” dememizin zamanı geldi mi? Geleceğimizi, başkalarının kalemleriyle değil de kendi ellerimizle yazmamızın zamanı gelmedi mi?

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Munis Hamid – Irak

Devamını oku...

Yahudi Varlığını Ortadan Kaldırmadan Barış Mümkün Değildir, İki Devletli Çözümü Savunmak Allah’a, Rasûlüne ve Müminlere İhanettir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Yahudi Varlığını Ortadan Kaldırmadan Barış Mümkün Değildir, İki Devletli Çözümü Savunmak Allah’a, Rasûlüne ve Müminlere İhanettir!

Haber:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Kalıcı barışın sağlanması adına tüm adımlar vakit kaybetmeden atılmalı, küresel vicdanı derinden yaralayan bu soykırım, bu utanç tablosu artık son bulmalıdır. Türkiye olarak iki devletli çözümün hayata geçirilmesi için tüm imkanlarımızla mücadele etmeyi sürdüreceğiz.” (04.10.2025 Milliyet)

Yorum:

Her zaman olduğu gibi Erdoğan “atılmalı ve son bulmalı” gibi öznesiz cümleler kullanarak bu adımları kimin atacağına ya da bu utanç tablosuna kimin son vereceğine değinmemektedir. Uluslararası düzene daha doğrusu efendisi Amerika’ya ve onun bölgedeki kanserli uru hilkat garibesi soykırımcı varlığına üstü kapalı yalvarmak, meçhule çağrıda bulunmak yerine Erdoğan’ın, Selahaddin’in Eyyubi’nin Filistin ve İslam ülkelerinin hain ve piyon yöneticileri tarafından sözde “kırmızı çizgi” olarak görülen Mescidi Aksa’yı haçlılardan kurtardığı gibi günümüzün haçlıları olan Yahudilerden kurtarmak için “biz adım atacağız, bu soykırımı biz durduracağız, Filistin ve Gazze’yi Selahaddin Eyyubi gibi biz kurtaracağız” demesi gerekirdi. Ama nerede! Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtarışını sadece sözle kutlamaktadırlar, özde değil. O kahraman komutanın isminin “S” harfi bile ağızlarına fazla gelmekte, ismini kirletmektedirler. Bunlar, gerçek kahramanlarla övünen, orada burada kahramanlık yapan sahte kahramanlardır.

BM New York toplantısı marjında Trump’ın, İslam beldelerindeki uşaklarını ve piyonlarını toplayıp daha doğrusu karşısına dizip talimatlar yağdırdığı toplantıda sağ tarafına oturttuğu -ama yandaş medya yan yana oturdular diye servis etti, yani ikisini aynı kalibrede gördüler- birinden elbette Kudüs ve Filistin’i kurtarması beklenemez. Kurtarsa kurtarsa muz adalarını kurtarabilir!  Ey Erdoğan! Bu soykırım, bu utanç tablosuna Trump mı son verecek? Onun mu buna son vermesini bekliyorsun? Soykırımcı Yahudi varlığının bir numaralı destekçisi Trump’tan Müslümanların ve Filistin’in yararına bir çözüm bekleyecek kadar naif birimisiniz? En büyük şeytandan bir iyilik bekleyecek kadar naif ve saf olamazsınız. Yoksa Trump’ın şeytani planının bir parçası olmayı mı yeğliyorsunuz?

Ucube Yahudi varlığının Sumud filosunda tutukladığı protestocuları ülkeye geri getirmek için charter uçaklarınızı göndermek yerine savaş uçaklarınızı ve tanklarınızı gönderip Yahudileri yerle yeksan ederek hem onları hem de Filistin ve sözde “kırmızı çizgi” olarak gördüğünüz Kudüs’ü kurtarmış olsaydınız o zaman ülkenizde hatta tüm İslam dünyasında kahraman gibi karşılanırdınız. Ama sizde, bırakın Amerika’ya kafa tutmayı, onun sinek kadar bile değeri olmayan domuzların ve maymunların kardeşi Yahudi varlığına bile kafa tutacak yürek ve cesaret yoktur. Eğer yürek ve cesaretiniz olsaydı, 66 bin şehidin katili ve celladı Yahudi varlığına charter uçaklarınızı göndermek yerine ordularınızı gönderir, Filistin’i Tatarlara mezar yapan Selahaddin Eyyubi gibi siz de Biladu’ş Şam’ı Tatarların kardeşleri Yahudilere mezar yapar, ola ki bir daha dirilirler diye dirilmemeleri için üstüne beton dökerdiniz. Onun baş destekçisi Trump’ın sağ kolu ve zehirli hançeri olmak yerine de onun boynunu vuran, kalbine hançer saplayan, bir daha topraklarımıza dönmemek üzere kuyruğunu kıstırarak topraklarımızdan kaçmasını sağlardınız. Ona dostum demek yerine en azılı düşman muamelesi yapar, bu düşmanlığın gereğini yerine getirirdiniz.

İşte Filistin ve Kudüs’e sahip çıkmak böyle olur yoksa Kudüs fatihi Selahaddin’in Kudüs’ü haçlılardan kurtarışının yıldönümünü anmakla Kudüs’e sahip çıkılmaz, orada burada Kudüs bizim kırmızı çizgimizdir demekle Kudüs kırmızı çizginiz olmuyor. Kırmızı çizginizse, aşılan kırmızı çizginizi kurtarmak için niye devasa ordularınızı seferber etmiyorsunuz? Özel uçaklar göndermek yerine niye Yahudilerin üzerine top ve mermi yağdırmıyorsunuz? Bırakın 66 bin Müslümanın şehit edilmesini, vatandaşlarınızı esir alan hatta 2010 yılında olduğu gibi 10’unu öldüren Yahudileri sadece ve sadece lanetlemek ve kınamakla yetiniyorsunuz! Bir ümmete baş olmanın gereği bu mu sadece? Lanetlemek ve kınamak mı?

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ercan Tekinbaş

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER