Pazartesi, 19 Cumade’l Ûlâ 1447 | 2025/11/10
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Trump’ın Gazze Planı Filistin Davasını Yok Etmeyi Amaçlayan Şerli Bir İhanet Planıdır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Trump’ın Gazze Planı Filistin Davasını Yok Etmeyi Amaçlayan Şerli Bir İhanet Planıdır!

Haber:

ABD Başkanı Donald Trump, “İsrail” Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun Gazze Şeridi'nde savaşın sona ermesini öngören 20 maddelik planı kabul ettiğini açıkladı. Trump ve Netanyahu Washington'da yaptıkları görüşme sonrasında ortak basın toplantısı düzenledi. Trump, Gazze’de barış sağlanmasına çok yaklaşıldığını söyledi ve Netanyahu'ya plana onay verdiği için teşekkür etti. (29.09.2025- DW Türkçe)

Yorum:

Gazze’deki savaş üçüncü yılına girerken, bu soykırımın en büyük destekçisi sömürgeci kafir ABD’nin başkanı Trump 29 Eylül’de Gazze’yle ilgili sözde barış planı açıkladı. “Trump Gazze savaşının sonu” başlıklı plan, önce 21 madde olarak açıklandı; daha sonra ABD ve Yahudi varlığının çıkarları doğrultusunda revize edilerek 20 maddeye düşürüldü.

Okuyan herkesin kolayca anlayacağı Trump’ın Gazze planı direnişi silahsızlandırarak Filistin davasını tamamen tasfiye etmeyi hedefleyen şerli bir ihanet planıdır. Zira planın her bir maddesi mücahitler ve Filistin halkı için koşulsuz teslimiyet içermektedir.

İlk maddede Gazze’nin “radikallikten ve terörden arındırılması” isteniyor. Yani Gazze’de işgalciye karşı topraklarını ve mukaddesatını savunan Müslümanlara “terörist” yaftası vuruluyor. Gerçek terörist bebek katili İsrail’in suçlarına ise tek bir atıf yok. Dördüncü maddede Hamas’ın elindeki esirlerin hepsinin bırakılması şart koşuluyor. Bunun karşılığında 1.700 Filistinli mahkûmun serbest bırakılacağı söyleniyor. Ancak bu konuda da bir güvence yok; zira Yahudi varlığı bıraktığı mahkûmları istediği zaman tekrar tutuklayabiliyor.

Planın özünü oluşturan asıl maddeler ise altıncı ve on üçüncü maddelerdir. Bu iki maddeye göre Kassam mücahitleri silahlarını düşmana teslim edecek ve Gazze’deki tüneller ile silah üretim tesisleri imha edilecek. Böylece Gazze halkı tamamen Yahudi varlığının insafına terk edilecek. Eğer bunlar gerçekleşirse Gazze’ye insani yardım girecek, yeniden inşa ve imar faaliyetleri başlayacak… Bahsedilen bu yardım ise insani ihtiyaçlara göre değil; sınırlı şekilde, azar azar, yine süründüre süründüre yapılacak. Üstelik Gazze’nin tamamına değil, onların tabiriyle “terörden arındırılmış” bölgelere. Aynı zamanda işgalin biteceğine dair bir garanti yok. Gazze’de “terörün bittiğinden emin olunursa” denilerek konu muğlak bırakılmış. Bu da demek oluyor ki işgal hiç bitmeyecek!

Zaten planın ne anlama geldiğini Trump’la görüşmesinden sonra Netanyahu özetlemiştir: “Her şey mükemmel gidiyor. Hamas bizi dünyadan izole edecek diye beklerken biz onu izole ettik.” dedi. “Arap ve Müslüman liderler, bizim şartlarımızı kabul ettirmesi için Hamas’a baskı yapacak.” İsrail ordusu Gazze’den çekilmeyecek; Hamas bütün esirleri iade etmek zorunda kalacak.” Evet, Trump’ın da Netanyahu’nun da sürekli dillendirdiği üzere planın amacı Gazze’yi teslim alıp işgal ve zulümlere devam etmektir; üstelik silahsız ve direnişsiz bir Gazze’de hiçbir bedel ödemeden.

İşin en acı kısmı ise Netanyahu’nun “bizim adımıza Hamas’a baskı yapacaklar” dediği sözde Müslüman liderlerin ihanetidir. Gazze’nin bu kadar sahipsiz kalmasının, kâfirlerin bu kadar küstah ve pervasız olmasının sorumlusu bu liderlerdir. Ne Allah’tan korkuyorlar ne de ümmetten utanıyorlar. Trump kendilerini ne kadar aşağılarsa aşağılasın, onun dibinden ayrılmıyorlar; onunla 5 dakika görüşmek ve ondan meşruiyet almak için birbirleriyle yarışıyorlar. Bu liderler önce New York’ta Trump’ın masasında boy gösteriler sonra Trump ihanet planını açıklayınca hemen memnuniyetlerini bildirdiler.

Şimdi bu liderler, Gazze’de akan kanın durması ve bölgesel barış bahanesiyle tarihe kapkara bir leke olarak geçecek büyük bir ihanete hazırlanıyorlar. Türkiye, Katar, Ürdün, Pakistan, Suudi Arabistan, Endonezya hep birlikte mücahitlere silahlarını bıraktırmak için mesaiye koyuldular. Çünkü bu konuda Trump’a yazılı taahhüt verdiler. Sadece bununla sınırlı değil; aynı zamanda bu ülkelerden bazıları ordularını Gazze’ye gönderecekler. Gazze halkını korumak için değil, Yahudi varlığının terörist askerlerini Filistinli Müslümanlardan korumak için. Dahası bu ülkeler, Yahudilerin harabeye çevirdiği Gazze’nin yeniden inşa masraflarını üstlenerek günün sonunda ümmetin servetlerini kâfir Trump’a peşkeş çekerek Gazze’yi bir ganimet olarak ona sunmak istiyorlar. Karşılığında Trump’tan sadece bir “aferin” alacaklar ve arkasından hızla Siyonist varlıkla normalleşmeye geçecekler. Gerçekten İslam ümmetinin tarihinde böyle büyük bir zillet görülmemiştir.

Dolayısıyla Allah katında büyük bir günah sayılan siyaseten ise intihar anlamına gelen bu hain planı ve savunucularını reddetmek, onlara karşı çıkmak, planın etkisiz hâle getirilmesi için çalışmak, Filistin davasını destekleyen her Müslümanın görevidir.

Şehit Yahya Sinvar’ın dediği gibi: “Bu şehir (Kudüs–Gazze), tüm normalleşmecileri ifşa edecek, tüm işbirlikçileri rezil edecek ve vazgeçenlerle taviz verenlerin gerçek yüzünü açığa çıkaracak.”

Ta ki sabredip tevekkül edenlere Allah’ın nusreti erişinceye kadar.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhammed Emin Yıldırım

Devamını oku...

Dang Humması ve Sıtma Gibi Sağlık Felaketiyle Mücadelede Devletin Rolünün Yokluğu!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Dang Humması ve Sıtma Gibi Sağlık Felaketiyle Mücadelede Devletin Rolünün Yokluğu!

Sudan'da dang humması ve sıtmanın geniş çaplı yaygınlaşmasının gölgesinde ciddi bir sağlık krizinin ana hatları ortaya çıktı. Sağlık Bakanlığı'nın etkin rolünün yokluğu ve devlet her geçen gün can alan salgınla mücadelede aciz kaldı. Patolojide bilimsel ve teknolojik ilerlemelere rağmen gerçekler ifşa olurken yolsuzluklar da ortaya çıkmaktadır.

Net bir planın olmaması:

Bazı medya kaynaklarına göre enfeksiyonların sayısı binleri aşmasına ve toplu vefatların kaydedilmesine rağmen, Sağlık Bakanlığı salgınla mücadele için net bir plan açıklamamıştır. Ayrıca sağlık otoriteleri arasında koordinasyonun olmadığı ve salgın krizleriyle başa çıkma konusunda proaktif bir vizyon eksikliği gözlemlenmektedir.

Tıbbi tedarik zincirlerinin çöküşü

"Panadol" gibi en basit ilaçlar bile bazı bölgelerde nadiren bulunur bir hale gelmiş olup bu da kişinin en basit sakinleştirici ve destek araçlarına ihtiyaç duydukları bir zamanda tedarik zincirlerinin çöküşünü ve ilaç dağıtımında denetimin olmadığını yansıtmaktadır.

Toplumsal bilinçlendirmenin eksikliği

Sivrisinekleri önleme veya hastalığın belirtilerini tanıma yolları hakkında insanları kültürlendirmek için etkili medya kampanyaları bulunmamaktadır; bu da enfeksiyonun yayılmasını artırmakta ve toplumun kendini koruma yeteneğini zayıflatmaktadır.

Sağlık altyapısının zayıf olması

Hastanelerde tıbbi personel, ekipman, hatta temel teşhis araçları bakımından ciddi sıkıntı yaşanmaktadır; bu da pandemiye verilen müdahalenin yavaş ve gelişigüzel olmasına ve binlerce kişinin hayatının riske maruz kalmasına neden olmaktadır.

Diğer ülkeler salgınlarla nasıl mücadele ediyor?

Brezilya:

- Modern pestisitler (zararlı organizmaları engellemek, kontrol altına almak ya da zararlarını azaltmak için kullanılan madde ya da maddelerden oluşan karışım) kullanılarak yerden ve havadan ilaçlama kampanyalarının başlatılması.

- Cibinlik dağıtımı yapılması ve toplumsal bilinçlendirme kampanyalarının etkinleştirilmesi.

- Etkilenen bölgelere acil olarak ilaç tedarik edilmesi.

Bangladeş:

- Gecekondu mahallelerinde geçici acil durum merkezlerinin kurulması.

- Bildirimler için acil yardım hatları ve mobil müdahale ekiplerinin sağlanması.

Fransa:

- Erken uyarı sistemlerinin etkinleştirilmesi.

- Sivrisinek vektörlerinin gözetiminin yoğunlaştırılması ve yerel bilinçlendirme kampanyalarının başlatılması.

Devletin en önemli görevlerden biri sağlıktır ve tamamen devletin sorumluluğundadır

Sudan hala etkili tespit ve raporlama mekanizmalarından yoksundur. Bu da gerçek rakamların rapor edilenlerden çok daha yüksek olduğu anlamına gelmekte ve krizi daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Mevcut sağlık krizi, sağlık hizmetinde insan hayatını önceliklerinin en başına koyan, İslam'ı tatbik eden ve Ömer ibn Hattab Radıyallahu Anh'ın, "Irak’ta bir katırın ayağı sürçse, Allah kıyamet gününde bunu bana soracaktır" sözünü uygulayan bir devletin aktif bir rol oynamamasının doğrudan bir sonucudur.

Önerilen çözümler

- Öncelikle insan hayatı konusunda Allah'tan korkan ve etkili, kota veya yolsuzluğa boyun eğmeyen bir sağlık sisteminin kurulması.

- Tüm tebaa için temel bir hak olması itibariyle ücretsiz sağlık hizmetinin sunulması. Özel hastane ruhsatlarının iptal edilmesi ve tıbbi alana yatırım yapılmasının engellenmesi.

- Bilinçlendirme ve sivrisinekle mücadele kampanyaları yoluyla tedavi öncesinde önlem alma rolünün etkinleştirilmesi.

- Sağlık Bakanlığı sadece idari bir kurum olmaktan çıkarılıp, insanların yaşamlarından sorumlu bir kurum olması için yeniden yapılandırılması.

- İnsanın hayatını ekonomik ve siyasal çıkarların üstünde tutan siyasi bir sistemin benimsenmesi.

- Suç örgütleri ve ilaç mafyasıyla bağlantının kesilmesi.

Müslümanların tarihinde hastaneler, insanlara ücretsiz hizmet vermek amacıyla kurulmuş, yüksek bir yeterlilikle yönetilmiş ve insanların cebinden değil, Beytu'l Mâl'den finanse edilmiştir. Zira sağlık hizmeti, bir minnet ya da ticaret değil, devletin sorumluluğunun bir parçasıdır.

Bugün Sudan'da salgınları yayılması ve devletin sahneden çekilmesi gibi meydana gelen şey, göz ardı edilmesi imkansız olan ciddi bir uyarıdır. Talep edilen sadece Panadol'un sağlanması değildir, aksine insan hayatını önemseyen ve krizin belirtilerini değil, krizi kökten tedavi eden, insanın ve hayatının kıymetini idrak eden ve gayesi sadece Allah'a ibadet etmek olan gerçek bir gözetici devletin kurulmasıdır. Sağlık sistemi aracılığıyla sağlık hizmeti sorunlarını çözmeye muktedir olan sadece İslam Devleti olup bu da ancak Allah'ın izniyle yakında kurulacak olan Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafet Devleti'nin gölgesinde uygulanacaktır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ
Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasulü’nün çağrısına uyun.” [Enfal 24]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Hatem El-Attar – Mısır

Devamını oku...

Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafet: Alemler İçin Adalet ve Rahmettir

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafet: Alemler İçin Adalet ve Rahmettir

Ammar ibn Ammar’dan şöyle rivayet edilmiştir; İbn Abbas, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِيناًBugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” [Maide 3] ayetini okuduğunda, yanında bir Yahudi vardır ve şöyle der: Eğer bu ayet bize indirilmiş olsaydı biz o günü bayram ilan ederdik. Bunun üzerine ibn Abbas: "Bu ayet bayram günü olan cuma ve Arefe gününde inmiştir" karşılığını verdi. [Taberâni Mu’cemu’l Kebir’inde rivayet etti.] Bu nimetinden, yani hidayet nimetinden ve dini tamamlaması nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun. Zira dinin tamamı, hidayet, rahmet ve nurdur; her kim ona sımsıkı sarılırsa, doğru yola ermiş olur.

İslam, Allah’ın hak olan dini, ilahi vahyin son risaleti ve tek gerçektir; bugün İslam’ın dışındaki tüm yasalar ve mezhepler batıl ve dalalettir.  Bu din, teşrileri-kanunları açısından eksiksizdir; zira eksiksiz bir şekilde adaleti, merhameti, hidayeti, onuru ve Allah’a kulluğu içermektedir; çünkü sadece Allah katından gelmiştir.

Bu yüzden bizler, yeryüzünde adalet, onur ve bu ikisini garanti eden İslam’dan başka bir din yoktur dediğimizde, haktan uzaklaşmış olmayız.  İnsanlığın bugün tanık olduğu zulüm, baskı ve fesat, ilahi vahyin uygulanmasından yüz çevirmenin neden olduğu sıkıntının anlamına dair en büyük delildir. İçgüdülerle dolu olan ve mülk edinme sevgisiyle hareket eden bir insan, bir başkasının hakkını yiyeni cehennem azabıyla korkutmadan ve Allah'a karşı gelmeyen ve cömert davranıp günah işlemekten sakınan kişiyi büyük bir sevaba teşvik etmeden nasıl bir başkasının ihtiyacına merhamet edip onların mallarını ve günlük rızkını yemekten kaçınacak ki? Şehvet sevgisiyle dolu olan bir kimse, nasıl insanları haram kılınan şeylerden uzak tutup onların kutsallarını koruyacak ve başkasına karşı onların kusurlarını örtecek ki? فَأَمَّا مَنْ طَغَى * وَآثَرَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا * فَإِنَّ الْجَحِيمَ هِيَ الْمَأْوَى * وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى * فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَىAzgınlık yapan ve dünya hayatını ahirete tercih eden kişi; Cehennem işte onun için tek barınaktır. Rabbinin huzurunda (hesap vermekten) korkan ve nefsine kötü arzuları yasaklayana gelince, onun barınağı da şüphe yok ki cennetin ta kendisidir.” [Naziat 37-41]

İslam, birey, cemaat, ümmet ve tüm dünya olarak insanın işlerinin düzenlemek üzere alemlerin Rabbi katından bir şeriat olarak geldiğinde, İslam şeriatı ayrıntılı, dakik ve disiplinli bir şekilde ve diğer yasaların herhangi bir iştiraki olmaksızın tam olarak uygulandığında toplumun adaleti ve merhameti elde etmesini sağlayacaktır. İslam toplumunda, zalimin hesap vermediği, mazlumun hakkının iade edilmediği veya sahibinin telafi etmediği bir zulmün meydana geldiğini göremeyeceksiniz. Zira İslam, temel olarak insanların kanlarını, namuslarını, mallarını ve onurlarını korumak için gelmiştir. Ebu Bekre’den, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Haccetü’l-Vedâ (veda haccı) günü Mina’daki kurban günü hutbesinde şöyle dediği rivayet edilmiştir: إنَّ دِمَاءَكُمْ، وَأَمْوَالَكُمْ وَأَعْرَاضَكُمْ حَرَامٌ عَلَيْكُمْ كَحُرْمَةِ يَوْمِكُمْ هَذَا، فِي شَهْرِكُمْ هَذَا، فِي بَلَدِكُمْ هَذَا، أَلَا هَلْ بلَّغْتُİşte sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız, şu ayınızda, şu beldenizde, şu gününüzün hürmeti gibi birbirinize haram kılınmıştır. Tebliğ ettim mi?” Yine Ebu Hureyra Radıyallahu Anh’dan, Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ: دَمُهُ وعِرْضُهُ وَمَالُهُHer Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı ve ırzı (şeref ve namusu) haramdır.

Allah Subhanehu ve Teala bir kutsi hadiste şöyle buyurmuştur: يَا عِبَادِي إِنِّي حَرَّمْتُ الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي وَجَعَلْتُهُ بَيْنَكُمْ مُحَرَّماً فَلَا تَظَالَمُواEy Kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin.” Burada, zulmün haram olmasıyla ilgili en önemli hususların yanı sıra uygulanması halinde zulmün meydana gelmesinin engellenmesini, dahası zalimlerin varlığının engellenmesini ve (zalimlerin) bulunmaları halinde ise onların hakka döndürülmesini sağlayan Allahu Teala'nın açıkladığı hükümleri ele alacağız.

Bu dinin en büyük özelliği, başta da söylediğimiz gibi hak din olması ve onun dışındakilerin de batıl olmasıdır; zira bu din, Hakim ve Habîr olan Allah katından gelmiştir. İşte bu özellik ve Allah’ın dinini tahrifattan ve değiştirilmesinden koruması, İslam’ın tüm hükümlerinin hak ve adil olduğu, geçerliliğini teyit etmek için tartışmaya veya diyalog oturumları düzenlemeye yer olmadığı ve Kur’an, sünnet, sahabenin icması ve şerî kıyas gibi şeriatın dört kaynağından tafsili delillerle istinbat edilen İslam anayasasının maddelerinden herhangi bir maddeyi güncellemeye veya yenilemeye gerek olmadığı anlamına gelmektedir. Haddi zatında bu özellik, onu talep edenlerin kalplerine sükunetin yerleşmesi için yeterlidir. Aynı zamanda bu, yöneticilerin isyan edip kibirlenmelerine son verilmesini ve fesadını meşrulaştırmaya veya istediğini helal kılıp istemediğini haram kılmaya kalkışan birinin önünün kesilmesini sağlayacaktır. Zira helal olan da bellidir, haram olan da bellidir. Dolayısıyla kulların hakları ve şeriatın beş maksadıyla ilgili hükümlerde gri alanlar yoktur.

İkincisi İslam, İslam’ı din olarak kabul eden ve İslam Devleti’nin tabiiyetini taşıyan herkesin, bu dine egemenlik vermesini zorunlu kılar. Zira Allah’ın dininden başka bir egemenlik yoktur. Basitçe söylemek gerekirse bu, hiç kimseyi kayırmayan hak bir din olduğu gibi kendisi dışında hiçbir şeye öncelik vermemenizi gerektiren aziz bir dindir. Zira Allah’ın şeriatının üstünde bir otorite yoktur. İnsan yapımı kanunlarda, hukuk herkesin üstündedir gibi ifadeler yaygındır ancak gerçeklik bize, hem geçmişte hem de günümüzde bunun tam tersinin olduğunu haber vermektedir. Örneğin İsrailoğulları, arasında asil biri hırsızlık yaptığında onu bırakıyorlar, ama zayıf biri hırsızlık yaptığında ise ona had uyguluyorlardı. Ancak İslam, tüm adaleti ve izzetiyle şunu söylemektedir: وَايْمُ اللهِ لَوْ أَنَّ فَاطِمَةَ بِنْتَ مُحَمَّدٍ سَرَقَتْ لَقَطَعْتُ يَدَهَاAllah'a yemin olsun ki. Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık etse mutlaka onun elini keserdim!” Ayrıca efendimiz Ömer ibn Hattab, Mısır Emiri Amr ibn Âs'ın oğlunu, bir Kıpti'yi haksız yere kırbaçladığı için kırbaçlamıştır. Gördünüz mü, nasıl da Allah egemenliği, sadece Kendi dinine veriyor? Hatta bir peygamberin, bir Halife’nin veya bir emirin çocuğu olsan bile.

İslam’da yönetici, bir kral veya devlet başkanı değildir; aksine yönetici, toplumun sorumluluğunu taşıyan, onunla toplum arasında bir sözleşmenin olduğu ve İslam’a güzel bir şekilde bağlı kalması, bu dinle onları güzel bir şekilde gütmesi ve İslam’ı onlara Rablerinin emrettiği şekilde uygulaması şartıyla toplumun kendisine itaat biati verdiği bir emirdir.  Zira İslam’da Halife’nin kendisi ve bir başkası, bir tarağın dişleri gibi eşittir ve bu, azim İslam’ın alfabelerinden biridir. İtaat dışında hiçbir fark veya üstünlük olmadığı gibi itaatiniz de hiç kimse için bir minnet değildir, aksine kabul edilip edilmeyeceğini görmek için ölene kadar gözetlemeye devam etmelisiniz.  Aynı şekilde İslam, insan ile ahireti arasında bağlantı kurmakta ve onun, varlığının gerçek hedefine, yani yeryüzünde istihlafa/egemenliğe odaklanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla yönetici ve yönetilenin her ikisi de, Allah onları Allah’ın dinini ikame etmek için kullandığı, büyük bir konumdadırlar. Yani Hilafet, büyük bir sorumluluk olup emirlik de, güçlü ve muttaki kişilerin, Allah Subhanehu’nun hakkında kendilerini hesaba çekeceğinden korktukları için kendisinden kaçtıkları bir fitnedir. Efendimiz Ömer Faruk, şöyle diyerek ölmüştür: Hilafetten nasibimin; lehim ve aleyhime değil, (sadece) yetecek kadar olmasını dilerim! Hem de Şeytanların bile kendisinden kaçtığı bir kişi olduğu halde!

Bu fikirler ve alfabeler-esaslar, bir teori mahalli olmadığı gibi var olmayan ütopik bir şehir hakkındaki platonik fikirlerden de ibaret değildir. Zira İslam’ın bir diğer özelliği de, isabet eden ve hata yapabilen insanlar için gelmesi ve her çağda her topluluğa uygulanabilir olmasıdır. Zira İslam, tüm hükümleri ayrıntılı olarak açıklayan ve bunların nasıl uygulanacağını beyan eden bir metotla gelmiştir.

Bu özellikleriyle, yani emirliğin büyük bir fitne olması ve otoritenin de zulüm ve hataya açılan büyük bir kapı olmasıyla İslam, hükümlerini iki kısma ayırmıştır: Birincisi, bizzat yöneticinin kendisiyle ilgilidir; yani yöneticiyi, güzel gözetimden dolayı sevaba rağbet ettirdiği gibi insanlara karşı merhametli olmaya, onların işlerini yerine getirmeye ve onları adalet ve hikmetle gözetmeye teşvik etmekte ve onu, zalimlerin dünya ve ahiretteki vahim sonuçları konusunda korkutmaktadır. İkincisi ise yönetilenlerle ilgilidir; zira İslam, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, yöneticiyi muhasebe etmek ve onlara nasihat etmek ve hakkı haykırmanın ve yöneticiyi hak olana döndürmenin zaruretiyle ilgili hükümlerle gelmiştir.  Böylece Allah Subhanehu'dan korkmak, kullar için itici bir güç ve hakkı haykıranlar için de büyük bir ecir haline gelmektedir.

Şimdi burada, Hizb-ut Tahrir tarafından hazırlanan Hilafet Devleti'nin anayasasından, yönetim, işlerin gözetilmesi, zulmün önlenmesi ve zulmün olması halinde ortadan kaldırılması ile ilgili maddeleri zikredeceğim ve bu makalenin bağlamına uygun bir şekilde bu maddeleri yorumlayacağım:

Madde-4: “Halife, zekat ile cihat ve Müslümanların birliğinin korunması için gerekli şeyler dışındaki ibadetlerde belirli herhangi bir şerî hükmü benimseyemez. Yine İslami akide ile ilgili fikirlerden herhangi bir fikri de benimseyemez.” Bu, yöneticilere isabet eden şeriatın ihlal edilmesini engellemekte ve tiranların elini daha doğmadan önce başta kesmektedir. Zira anayasa açık olup kanunlar da her Müslüman için malumdur; bu yüzden manipülasyona veya yeni maddelerin oluşturulmasına bir yer yoktur. Aynı zamanda bu, fitneyi, bidatı ve ümmetin akidesini tahrip eden her şeyi sona erdirecek ve ümmetin dinini, Muhammed Aleyhissalatu ve's Selam'a indirildiği şekliyle koruyacaktır.

Madde-5: “İslami tabiiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şerî haklara sahiptir ve şerî yükümlülüklerle sorumludur.” Dolayısıyla mezhepçilik veya ırkçılık temelinde bir ayrımcılık yoktur; zira Amr ibn Âs'ın oğlunun bir Kıpti'yi dövmesi ve Müslümanların Halifesinin de Kıpti için kısas uygulaması olayı, işlerin nasıl gözetildiğini ve tebaanın herhangi bir ferdine karşı zulmün nasıl önlendiğini açıklamaktadır.

Madde-13: “Asıl olan, beraat-i zimmettir. Bir kimse ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Kim olursa olsun, herhangi bir kimseye işkence yapmak kesinlikle caiz değildir. Her kim bunu yaparsa cezalandırılır.” Bu, okullardan daha çok hapishanelerin olduğu ve bir Müslümanın, dünyanın ücra köşesine gitmekten korktuğu için hak sözü söylemekten çekindiği Müslüman ülkelerde yaygınlaşan güvenlik ihlali, zannın benimsenmesi, insan kaçırılmaları ve onlara karşı haydutluk gibi durumlara son verecektir. Bu madde, Müslüman ülkelerdeki Sednayaların ve daha fazlasının sona ermesini sağlayacaktır! Ayrıca bu madde, insanın canının ve onurunun korunması gibi şeriatın getirdiği maksadın gerçekleşmesini sağlayacaktır.

Madde-20: “Yöneticileri muhasebe etmek, Müslümanların haklarındandır ve üzerlerine farz-ı kifayedir. Tebaanın gayrimüslim fertlerinin de yöneticilerin kendilerine yaptığı zulümleri veya İslami hükümlerin üzerlerine tatbik edilmesindeki kusurları göstermek üzere şikayette bulunma hakları vardır.” İslam toplumu, tamamen özgür bir toplumdur: Zira herkes Allah'a ibadet etmede özgürdür, birey şeriata aykırı olmayan şeyleri ifade etme hakkını kullanma, yöneticiyi eleştirme, dahası tüm gücüyle yöneticiyi muhasebe etme ve devleti eleştirmekte özgürdür ve Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan hakkı haykırmakta da özgürdür. Evet, İslam, herkesin sadece Allah'tan korktuğu özgür ve güçlü toplumlar inşa etmektedir. Yönetici hata yapan ve isabet eden bir fert olup Halifenin sloganı, Ebu Bekir Sıddık Radıyallahu Anh'ın şu sloganıdır: “Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet Allah’a isyan edersem bana itaat etmeniz gerekmez.”

Madde-24: “Halife, otoritede ve şeriatı infaz etmede ümmetin vekilidir.” Madde-28: “Müslümanlar tarafından nasbedilmedikçe hiç kimse Halife olamaz. İslami akitlerden herhangi bir akit gibi şer-i yönden kendisine inikad olmadıkça hiç kimse Hilafet salahiyetlerine de sahip olamaz.” Bu iki madde, insanların yöneticilerini seçme konusundaki hakkını garanti eden en önemli maddelerden olup yöneticilerin veraset yoluyla gelmesini veya Batı'nın ümmetin istek ve arzularına uygun olmayan yöneticiler nasbetmesini engellemektedir.

33 ve 34. maddeler ve dalları, Halifenin nasbedilmesi metodunu açıklamakta ve Halifenin mansıbının boşalması halinde, işlerin yürütülmesi için Hilafetin onun yerine geçici olarak teslim edilecek kişiyi dakik bir şekilde beyan etmektedir.Dolayısıyla İslam, herhangi bir hataya veya karışıklığa yer bırakmamıştır. Her ayrıntı açık ve nettir.

Madde-37: “Halife, benimsemede şer-i hükümler ile mukayyettir. Şer-i delillerden sahih istinbat edilmeyen bir hükmü benimsemesi haramdır. Yine benimsediği hükümler ve hüküm istinbat metodu ile de mukayyettir. Dolayısıyla benimsediği istinbat metoduna aykırı istinbat edilmiş bir hükmü benimsemesi ve benimsediği hükümlere aykırı bir emir vermesi de caiz değildir.” Bu, yöneticinin işlerin gözetilmesi konusundaki sorumluluğunu yerine getirmesini ve fitne dönemlerinde hak üzere sabit kalmasını sağlamakta ve devletin başına gelebilecek her türlü acil durum veya Halife'nin maruz kalabileceği her türlü dış baskı karşısında ümmetin muhasebe etme gücünü pekiştirmektedir. Böylece devlet, şeriata bağlı kalır ve ümmet de, yöneticileri ve yardımcılarını hak üzere sebat etmesini sağlayan bir dayanak ve direk olur ve kendilerinin (yönetici ve yardımcıları) ve ümmetin bağlı kaldıkları anayasa konusunda onları güçlü ve cesur bir şekilde muhasebe eder.

Halifenin görevlerini yerine getirip getirmeme gücünü takip etme, durumunu ve yaptıklarını inceleme ve onu azledip görevden alma yetkisi sadece Mezalim Mahkemesi'ne aittir. Mezalim kâdısı Halife tarafından atanmaz; bu da ümmeti ve devleti idari yolsuzluktan ve hakların zayi edilmesinden korur ve zulmü ve ümmetin otoritesinin gasp edilmesini daha başlangıçta önler.

Halife tarafından atanan tefvîz muavinlerinin görevleri, Halifenin ölmesi veya azledilmesiyle sona erer; bu da enerjilerin yenilenmesini sağlayacak ve devlet içinde devlet oluşmasını veya partilerin ve grupların yönetim üzerinde hakimiyet kurmasını ve ümmetten otoritenin gasp edilmesini önleyecektir.

45 ve 46. maddeler; Tefvîz muavininin, yaptırdığı tüm icraatlarını Halife’ye sunması gerekir ve Halifenin de yardımcılarının yaptıklarını takip etmesi vaciptir; zira işin başı da sonu da Halifeye ait olduğu gibi devletin ilk ve son sorumlusu da odur. Meydana gelen her türlü zulümden dolayı Halife muhasebe edilir ve savuşturma, alt düzey çalışanları suçlama veya muhasebeden kaçınma gibi durumlara yer yoktur. Ayrıca bu, devleti, vezirlerin ve Halifenin maiyetinin kötülüğünden ve ondan habersiz devletin işlerini tekelleştirmelerinden korur. Böylece İslam, her bireyin sorumluluklarını ve görevlerini belirlemiştir; çünkü hepsi, Allah Subhanehu'nun huzurunda bunlardan dolayı hesaba çekilecektir: وَكُلُّهُمْ آتِيهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَرْداًBunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” [Meryem 95] Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur: كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” Dolayısıyla sorumlu, hesaba çekileceğinden emin olduğunda, her soru ve meleklerin kaydettiği her ayrıntı için bir cevap hazırlayacaktır.

Sözü daha fazla uzatmadan:İslam Devleti, Allah Subhanehu ve Teala'nın Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkında şöyle buyurduğu kavlinin pratik uygulayıcısıdır: وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ Biz seni ancak âlemlere rahmet olsun diye gönderdik.” [Enbiya 107] İslam'ın hükümleri, tıpkı ilk Müslümanların ilk Raşidi Hilafetin gölgesinde nimetlendiği gibi bu rahmetin, ümmetin yaşadığı gerçeklikte tecelli olmasını sağlayacaktır. Allah'tan, Raşidi Hilafeti bize yakında ikinci kez ikram etmesini ve bizi onun ehlinden ve onun için samimi bir şekilde çalışanlardan kılmasını temenni ediyoruz.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Beyan Cemal

Devamını oku...

Siyonizm’in Genişleme Hayalleri Gazze ve Batı Şeria Kayasında Parçalanan Bir Efsanedir

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Siyonizm’in Genişleme Hayalleri

Gazze ve Batı Şeria Kayasında Parçalanan Bir Efsanedir

Yahudi varlığı, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün yardımı olmadan, sadece 5.800 km²'lik bir alanı geçmeyen ve 3 milyondan fazla insanın yaşadığı Batı Şeria'yı kontrol edemiyorsa, nasıl olur da 3.000.000 km²'lik bir alanı kontrol edebileceğini hayal edebilir ki?

Yahudi varlığı tüm gücünü ortaya koyup Batı ülkelerinin sahip olduğu yasaklı ve suç teşkil eden tüm silah ve mühimmatı kullanmasına rağmen 365 km²'yi aşmayan bir alanı kaplayan Gazze iki yıldan fazla bir süredir direnebilmişse ve dünyanın en güçlü, en şiddetli, en dinamik ve en kanlı ordusundan binlerce askeri öldürülüp, yaralanıp, sakat kalıp akıl hastası olmuşsa... Yahudi varlığı NATO ordularının bile sahip olmadığı teknolojilere sahip olmasına rağmen istihbarat üstünlüğü, caydırıcılık, daha uzun menzil ve istediği her noktaya ulaşma kabiliyeti gibi sahip olduğu tüm avantajlarını kaybetmişse ve Gazze'de sistematik katliamlar ve planlı yıkımlara rağmen hedeflerini gerçekleştirmek için kendisine birbiri ardına verilen süreler içinde hedeflerini gerçekleştirmede başarısız olmuşsa... peki hala bu genişleme sloganının bir anlamı veya mefhumu kalır mı?

Yahudi varlığı, çoğu silah kullanımı konusunda eğitimli ve varlığın sahip olmadığı silahlara sahip 100 milyondan fazla insanın yaşadığı topraklara doğru genişleyeceğini nasıl açıklayabilir?

Bu genişleme açıklaması, rejimler ve halklar arasında korku ve şok yaratmak için olup böylece varlığın iradesine teslim olsunlar ve ona körü körüne sadakat ve itaat göstersinler diye mi yoksa kastedilen kontrol ve askeri işgal değil de Batı Şeria'da yaptığı gibi bölgeyi operasyonlarının sahnesi haline getirmek için midir?

Şimdi bu soruları, Yahudi varlığının Nil'den Fırat'a kadar genişleme potansiyelinin boyutunu ve bunun sahadaki gerçekliğini analiz edip anlayalım ve cevaplayalım:

Birincisi: Eğer varlık Nil'den Fırat'a kadar genişlemek istiyorsa, neden o zaman bir apartheid duvarı inşa ediyor?

Bu sorunun cevabı, ideolojik sloganlar ile siyasi ve güvenlik gerçeklik arasındaki çelişkiyi ortaya koymaktadır.

“Nil’den Fırat'a” kadar genişleme sloganı, ilk dönem Siyonist hareketleri harekete geçirmek için kullanılan eski bir Tevrat/Siyonist slogan olup gayesi ise, yerleşim projesine dini ve “kaderci” bir karakter kazandırmak ve Yahudileri (ilahi vaadi) gerçekleştirmek amacıyla Filistin topraklarına göç etmeye teşvik etmektir! Ayrılık duvarına gelince; Aksa İntifadası sırasında fedai operasyonların tırmanmasının ardından, 2002 yılında Şaron'un döneminde inşa edilmiş olup bu, daha uzak topraklar bir yana Batı Şeria'yı bile tam olarak kontrol etme konusundaki güvenlik acziyetinin pratik bir kabulüydü.

Dolayısıyla duvar, bir savunma tahkimatı olup bir gücü yansıtmıyor, aksine Cenin, Nablus ve el-Halil gibi bölgelerde göreceli olarak savunmasız olan kuşatma altındaki halkın bile sızması korkusunu yansıtıyor

Duvar, bu varlığın coğrafi yakınlığı ve askeri üstünlüğüne rağmen Batı Şeria'yı “tamamen ilhak etme” kapasitesine bile sahip olmadığını açıklarken, peki Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük genişlemeler nasıl olacak ki?

İkincisi: Genişleme hayali, Batı Şeria'yı bile boyun eğdirmekten aciz kalmasıyla bağdaşıyor mu?

5.800 km²'lik bir alanı aşmayan ve yaklaşık 3 milyon Filistinli nüfusa sahip olan Batı Şeria'da Yahudi varlığı, neredeyse günlük çatışmalar olmadan Oslo otoritesinin yardımıyla bile bu bölge üzerinde tam kontrolü sağlamaktan aciz kalmıştır.

Baskı ve güvenlik koordinasyonuna rağmen, her şehirde silahlı direniş hücreleri ve gruplar için güvenlik altyapısı bulunmaktadır.

Bu başarısızlık, Irak, Suriye, Mısır gibi halkları ve ülkeleri içine alan geniş bölgelere doğru genişleme fikrinin, pratik olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir yanılsama olduğunu ortaya koymaktadır.

Üçüncüsü: Gazze'ye hükmetmekten aciz olan biri, 3 milyon km2'lik bir alana hükmedebilir mi?

Gazze, Yahudi varlığını birçok düzeyde ifşa etmiştir:

  • Gazze alanı: Sadece 365 km2’dir.
  • Buna rağmen 2007'den bugüne kadar, Yahudi varlığı ona boyun eğdirme girişimlerinde başarısız olmuştur.
  • (2023-2025) son savaş, caydırıcılık, uzun kol ve onu karakterize eden önleyici saldırı efsanesinin çöküşünü ortaya çıkarmış ve tek başına askeri gücün, özgürlük ve direnişe inanan halklara karşı kesinlikle savaşamayacağını teyit etmiştir.
  • Yahudi varlığının uğradığı insani, maddi ve psikolojik kayıplar tüm tahminleri aşmış olup Yahudi varlığının Batı'daki destekçilerini bile utandırmıştır.

Eğer Gazze bile nükleer bir orduyu küçük düşürebiliyorsa, Irak veya Suriye gibi daha geniş bölgelerde doğrudan çatışmaya girmesi halinde nasıl olacak acaba?

Dördüncüsü: “Nil'den Fırat'a kadar” bir slogan mı yoksa bir proje mi?

Gerçeklik açısından: Yahudi varlığı, bu projenin askeri veya siyasi olarak gerçekleşebilir olmadığını biliyor ancak yine de onu aşağıdakiler için kullanıyor:

  • (Aşırı sağ için) iç ideolojik propaganda aracı olarak.
  • Özellikle Batı Şeria'daki sürüngen yerleşimcilerin meşrulaştırılması.
  • (Irak ve Suriye'de olduğu gibi) kaos ve bölünmeleri desteklemek yoluyla çevre Arap devletlerini parçalamak için bir argüman olması.

Ancak bugün Yahudi varlığı için fiili proje şudur:

Mümkün olduğunca saf, mümkün olduğunca büyük bir alanı kapsayan ve mümkün olduğunca Filistinlilerin az olduğu bir Yahudi devleti.

Bu da şöyle yorumlanabilir:

  • Kudüs ve Batı Şeria'da sürgün ve yerinden edilmenin devam etmesi.
  • Gazze'yi nihai olarak ayırma, orada savaşı sürdürme ve orayı işgal etmeye ve Amerikan katılımıyla yatırım bölgesine dönüştürmeye çağrı girişimleri.
  • (Özellikle Necef ve Batı Şeria'da olmak üzere) transfer ve alternatif nüfus projelerinin geçişi.

Beşincisi: Jeopolitik gerçeklik, Yahudi varlığının imparatorluk projesine izin vermez.

(Tarihteki en güçlü ülke) Amerika, güç dengesindeki farka rağmen Irak ve Afganistan üzerinde kontrolünü sağlayamamıştır. Yahudi varlığı ise küçük bir varlıktır:

  • Nüfusu 9 milyon (ki yaklaşık yarısı Yahudi değildir).
  • (Toplumsal bölünmeler, siyasi krizler, iç direniş) gibi iç kırılganlık.

Bu boyuttaki herhangi bir genişleme projesini yerine getirmek için pratik olarak, coğrafi, demografik ve askeri açıdan uygun değildir.

Özetle: Sözde “Nil'den Fırat'a kadar genişleme projesi” şudur:

1- Uygulanabilir bir plandan daha çok ideolojik bir efsanedir.

2- Yerleşim, saldırganlık ve ırk ayrımcılığını meşrulaştırmak için bir propaganda aracıdır.

3- Güç, imkanlar veya uluslararası koşullar açısından gerçeklik olarak ulaşılabilir değildir.

Şimdi asıl soru şudur: Bu varlık 1948 sınırları içinde bekasını sürdürebilir mi?

Gerçeklikteki verilere dayalı olarak, bir sonraki meydan okuma genişleme değil, iç çöküş ve artan direniş faktörlerine karşı dayanabilmektir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Salim Ebu Sebeytan

Devamını oku...

Erdoğan, Filistin Davasını Tasfiye Etmek İçin Ebu Rigal Rolünü Oynuyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Erdoğan, Filistin Davasını Tasfiye Etmek İçin Ebu Rigal Rolünü Oynuyor!

Haber:

Reuters'ın Türkiye cumhurbaşkanlığı hakkındaki haberi: Erdoğan ve Trump, telefon görüşmesinde ikili ilişkileri ve Gazze'deki durumu ele aldı.

Acil | Türkiye Cumhurbaşkanlığı: Erdoğan, Trump'a, Türkiye'nin barış için diplomatik temaslarına hız verdiğini teyit etti. (El Cezire Kanalı, 4/10/2025)

Yorum:

Bakın işte Erdoğan, tıpkı Suriye devriminde, odak noktasını rejimi devirmekten rejime katılmaya kaydırdığında yaptığı gibi tavizleri pazarlama, direnişi bastırma ve Filistin davasını tasfiye etme şeklindeki görevinin siyasi simsarı olma rolünü oynamaktadır.

Onun diplomatik temasları, Yahudi varlığının bekasını sağlamak için bölgedeki Amerikan araçlarını harekete geçirmek amacıyla bir paravan olmaktan başka bir şey değildir. Barış hakkında konuşmak ise davayı tasfiye etme, direnişi silahsızlandırma ve Gazze halkını yalan vaatler karşılığında yerinden etme planına yönelik son başlıktan öte bir şey değildir.

Erdoğan hiçbir zaman Filistin'in yanında olmamıştır; aksine İran, Mısır, Suudi Arabistan ve diğerlerinin yaptığı gibi Amerika'nın yanında yer alıp onun politikalarını uygulamıştır; zira bu yöneticiler, düşmanın güç kullanarak gerçekleştirmede aciz kaldığı şeyleri uygulayan araçlardır.

Ey Gazze halkı ve ey İslam ümmeti: Sizin davanız diplomasi veya hain girişimlerle çözülmeyecektir; aksine Yahudi varlığını kökünden söküp atmak için harekete geçecek ümmetin orduları ve El-Aksa'yı kurtaracak ve Amerika ile onun ülkemizdeki yardakçılarının ellerini koparacak Raşidi Hilafetin kurulmasıyla çözülecektir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Abdul Mahmud El-Amiri – Yemen

Devamını oku...

Sumud Filosunun Yelken Açması, Müslüman Ordularının Garnizonları İçin Bir Utançtır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Sumud Filosunun Yelken Açması, Müslüman Ordularının Garnizonları İçin Bir Utançtır!

Haber:

Ünlü uluslararası fotoğrafçı Şahidul Alam, Pazar günü Özgürlük Filosu Koalisyonunun son misyonuna katıldı ve Gazze'deki Yahudi varlığının kuşatmasını kırmak için uluslararası çabaya katılan ilk Bangladeşli oldu.70 yaşındaki Alam, eğitimci, medya kuruluşlarının kurucusu ve bir aktivist olup kırk yılı aşkın bir süredir Bangladeş'teki insan hakları ihlallerini ve siyasi karışıklıkları belgeleyen çalışmalarıyla sayısız ödüller almıştır.2018 yılında Time dergisi tarafından "Yılın Kişisi" seçilmiş ve aynı zamanda Dünya Basın Fotoğrafı Ödülleri jürisine başkanlık eden ilk renkli kişi olmuştur.Pazar günü Dakka'dan ayrılıp Sicilya'ya gitmiş, Ağustos sonu ve Eylül başında İtalya, İspanya ve Tunus'tan yelken açan Küresel Sumud Filosuyla birlikte yeni bir tekne dalgasıyla yola çıkmış ve bu filoya 44 ülkeden yaklaşık 500 aktivist katılmıştır.Alam, Arab News'e şunları söylemiştir: “Ben Bangladeş halkını temsil etmek ve Bangladeşlilerin Filistin'e olan sevgisini ve orada direnişin olduğu gerçeğini dile getirmek istiyorum.” (Arab News)

Yorum:

Ünlü Bangladeşli fotoğrafçı ve aktivist Şahidul Alam'ın Özgürlük Filosu Koalisyonunun son misyonuna katılma yönünde aldığı cesur karar, Bangladeşli Müslümanların duygularında derin bir yankı bulmuştur.Onlar için Filistin davası, uzak bir jeopolitik mesele değil, aksine mübarek Mescid-i Aksa'nın kutsallığıyla yakından bağlantılı derin bir duygusal bağlılıktır. Ancak bu duygusal bağın, duygu sınırlarını aşıp somut siyasi ve askeri bir kararlılığa dönüşmesi gerekir.

Filodaki siviller, gaspçı Yahudi varlık tarafından tutuklanıp taciz edilmelerine rağmen, İslam beldelerinin başındaki hain yöneticiler hala hiç utanmıyorlar veya bir günah duygusuna kapılmıyorlar.Sıradan insanlar sivil gemilerde hayatlarını tehlikeye atarken, ağır silahlara sahip modern Müslüman orduları ise kabir ehlinin sessizliği gibi sessizce duruyorlar!Gazze'ye giden Sumud Filosunun, dünyanın Gazze'deki soykırıma karşı duyarlılığını uyandırmak için başlatılan bir kampanya olduğu söyleniyor.Ancak artık sivillerin Müslüman ordularının duygularını uyandırmalarının zamanı gelmiş olup giderek aciliyeti artan şu soruyu sormaları gerekir:Şayet silahsız siviller ablukaya doğru yelken açmaya güç yetirebiliyorsa,o halde neden el-Aksa'yı kurtarmak ve oradaki mübarek Müslümanların trajedisini sona erdirmek için mümin ordular ve coşkulu gençlerle dolu İslam ümmetinin ortak donanma filoları gönderilmiyor?

Filistin'i özgürleştirmenin yolu, insani yardım misyonlarından daha fazlasını gerektirir; yani İslam beldelerindeki güç dengelerinin köklü bir şekilde yeniden düzenlenmesini gerektirir; dolayısıyla otoritenin Batı yanlısı despot rejimlerin elinden alınıp sadık ve cesur bir ele, yani Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafetin gölgesindeki bir Halife'nin eline teslim edilmesi gerekir. Bu nedenle ümmetin, ordularının kışlalarına doğru yürüyerek ordulardan, davalarına karşı görevini yerine getirmelerini talep etmesi gerekir.Ayrıca muhlis subayların da, gerçek bağlılıklarının sömürgeci Batı'ya hizmet eden ajan tiranlara değil de, Haremeyn'in üçüncüsünün kurtuluşu için olduğunu idrak etmeleri gerekir. Bu orduların hareketsiz bir şekilde kalması, pratik olarak kendi çıkarlarını halklarının çıkarlarının üstünde tutan yöneticilerini korudukları anlamına gelmektedir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Irtiza Çaudri – Bangladeş

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti, Hartum’da Siyasi Bir Konuşma Gerçekleştirdi

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti gençleri, Sudan’ın bölünmesi planını akamete uğratma kampanyası çerçevesinde 4 Ekim 2025 Cumartesi sabahı Hartum’daki Dukhunat Pazarı bölgesinde siyasi bir konuşma gerçekleştirdi.

Etkinlikte, Hizb-ut Tahrir üyesi Şeyh Abdul Fettah Ahmed bir konuşma yaptı. Konuşmasına İslam ümmetinin birliğinden ve İslam Devleti’nin bütünlüğünden bahseden ayetler ve hadislerle başlayan Ahmed, İslam’a göre ümmetin asasını kırmak, cemaatini bölmek ve birliğini parçalamak isteyenlerin öldürülmesini gerektiğini belirtti. Ahmed, “Düşman güçlerin, İslam ümmetinin birliğine ve devletin bütünlüğüne kastedip parçalamak için komplo kurduğunda, Müslümanların bu meseleyi ölüm kalım meselesi olarak kabul etmeleri gerektiğini vurguladı.

Ahmed, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak biz, ümmete karşı sorumluluğumuz gereği, Amerika’nın daha önce Güney’i ayırdığı gibi, şimdi de Darfur’u Sudan’dan ayırmak için tehlikeli bir planı yürüttüğü konusunda sizleri uyarıyoruz dedi.

Şeyh Ahmed, bu planın İslam’a göre haram olduğunu belirterek söz konusu plana meydan okumak için ülke halkını bu plana karşı güçlü bir duruş sergilemeye çağırdı. Güney Sudan gibi Darfur’un da elden gitmemesi için halkın bu plana meydan okuyabilecek güçte olduğunu dile getirdi. Ayrıca, güç ve kuvvet ehli samimi kişileri de ülkenin bütünlüğünü korumaya davet etti ve Allah’ın onların bundan hesaba çekeceğini hatırlattı. Ahmed, ülke halkını, Raşidi Hilafet’i kurmak için Hizb-ut Tahrir’le kenetlenmeye çağırdı. Raşidi Hilafetin, Amerika ve Batı’nın İslam ümmetinin meselelerine müdahalesine son vereceğini, ümmetin meseleleriyle oyun oynamasını durduracağını kaydetti.

Bu sırada kalabalık, “Tek çözüm Hilafet!” sloganlarıyla ve getirdikleri Tekbirlerle sık sık Şeyh Ahmedi’n sözünü kestiler. İçlerinden biri “İşte istenen eylem bu. Herkesin bu çağrıya kulak vermesi ve birleşmesi gerekir” dedi.

Devamını oku...

Normalleşme Açıklamaları, Düşmanla Bütünleşip Ümmetten Ayrışmanın Apaçık İlanıdır!

Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdülati, son günlerde katıldığı uluslararası konferanslarda bir dizi dikkat çekici açıklamada bulundu. Abdülati, “İsrail’in barış içinde yaşamasının ve bölgeye entegrasyonunun önemli olduğunu” vurguladı. Suudi Arabistan ve diğer ülkelerle birlikte “İsrail ile normalleşmeye tamamen hazır olduklarını” belirten Bakan, gelecek için tek çözümün “İsrail ile barış içinde yaşayacak, silahtan arındırılmış bir Filistin devleti” olduğunu söyledi... Bu açıklamalar, Müslüman ülkelerdeki mevcut yönetimlerin izlediği yolu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Gaspçı varlıkla tam bir normalleşme yolu izleniyor. Batı’nın sömürgeci projesine hizmet etmek için bu varlığın güvenliği ve bölgeye entegrasyonu için çalışılıyor.

Bir Müslüman ülkenin dışişleri bakanının, “İsrail’in barış içinde yaşamasının ve bölgeye entegrasyonunun önemli olduğunu” vurgulaması, geçici bir saldırganlığın durdurulması çağrısının ötesinde, işgal varlığını meşru bir varlık olarak tanınmasını ve bölgenin doğal bir bileşeni sayılması anlamına gelir. Zira bölgeye entegrasyonu, ancak onun varlığını siyasi ve hukuki olarak tanımakla, ona ümmetin bağrına saplanmış yabancı bir cisim gibi değil de yaşama hakkı olan normal bir devlet gibi muamele edilmesiyle mümkündür. Bu tutum ise, bu konudaki net İslami hükümlere temelden aykırıdır. Zira Filistin, Müslümanların fethettiği bir İslâm toprağıdır; İslâm ümmetinin vakfıdır; Tek bir karışından dahi vazgeçilemez! Yahudi varlığı, sömürgeci kafir Batı’nın, Hilafet’i yıktıktan sonra topraklarımıza zorla kurduğu gaspçı bir varlıktır!

Tam normalleşme çağrısı, uşaklık ve bağımlılığın bir yansımasıdır ve ümmete apaçık bir ihanettir! Çünkü gaspçı bir düşmanla normalleşmek, onu meşrulaştırmak, kök salmasını sağlamak ve onu tanımayı reddeden İslam ümmetinin duruşunu zayıflatmak anlamına gelir. Gaspçı varlıktan memnun olmak ve onu barış ve normalleşmeyle razı etmeye çalışmak, onun asıl karakterini değiştirmeyeceği gibi, halkları da asla onu kabule ve onunla normalleşmeye zorlayamayacaktır.

Bu açıklamalar, bölgedeki yönetimler ile halkları arasındaki makasın ne kadar açıldığını gözler önüne seriyor. Zira ümmet, Filistin’i hala merkezi davası olarak görmekte, Yahudi varlığını tanımayı veya onunla normalleşmeyi reddetmekte ve bunu her fırsatta dile getirmektedir. Rejimler ise tam tersine, normalleşme projelerine ve o varlığa siyasi ve güvenlik desteği verme yarışına girişmişlerdir. Hatta daha da ileri giderek Gazze kuşatmasına ortak olmuşlar ve Gazze halkına yardım etmek için ortaya konulan her türlü etkili girişimi engellemişlerdir.

Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdülati’nin “entegrasyon”, “tam normalleşme” veya “silahtan arındırılmış devlet” gibi konular hakkındaki açıklamaları, onun kişisel görüşleri değildir. Aksine bu açıklamalar Batı’ya bağımlı ve Filistin davasını tasfiye etmeye çalışan Arap rejimlerinin politikalarının net bir yansımasıdır. Ayrıca bu açıklamalar, söz konusu rejimlerin ümmetin inancından ve duygularından ne kadar kopuk olduğunun da apaçık göstergesidir. Gaspçı varlık, ümmetin vücuduna saplanmış kötü huylu bir ur gibidir. Onunla birlikte yaşamak da onu entegre etmek de caiz değildir, bilakis kökünden sökülüp atılması gerekir.

Ey Kinane askerleri! Yetkililerin yaptığı, gaspçı varlığın meşruiyetini tanıyan, onun varlığını ve güvenliğini doğal bir mesele olarak gören bu aşağılık açıklamalar, ümmetten sadır olmamıştır ve ümmeti de temsil etmezler. Bilakis bu sözler, sömürgeciye bağlı olan, onun projelerini pazarlayan ve onu korumak için çalışan rejimlerden sadır olmuş açıklamalardır. Unutmayın ki, sizin de bir parçası olduğunuz ve toprağını, onurunu korumaya yemin ettiğiniz bu ümmet, o varlığı kesinlikle reddetmektedir. O varlığı, asla birlikte yaşanmayacak veya anlaşma yapılmayacak, tam aksine savaşılması ve kökünden sökülüp atılması gereken gaspçı bir düşman olarak görmektedir... Bugün size düşen dininize, ümmetinize ve kutsallarınıza sahip çıkmak için harekete geçmek; ihmalkâr ve dışa bağımlı gördüğünüz yöneticilere itaatten vazgeçmek ve silahlarınızı ümmetin gerçek düşmanına doğrultmaktır. Haydi ecdadınızın yazdığı kahramanlık destanlarının bir yenisini de siz yazın!

وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?[Nisa 75]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER