Pazar, 23 Safer 1447 | 2025/08/17
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Yahudi Varlığıyla Sınırların Çizilmesi Değil, Bilakis Onun Ve Sınırların Ortadan Kaldırılması!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Yahudi Varlığıyla Sınırların Çizilmesi Değil, Bilakis Onun Ve Sınırların Ortadan Kaldırılması!

Haber:

Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn birkaç gün önce Kıbrıs'ı ziyaret ederek, Kıbrıs ile deniz sınırlarının belirlenmesi konusunun, gaz ve petrol arama çalışmasının başlatılmasını kolaylaştırmak için nihai sınırlara varılması amacıyla görüşülen en önemli konular olduğunu açıkça ilan etti.

Yorum:

Cumhurbaşkanı Avn'ın Kıbrıs'ı ziyaret etme sebebini, Lübnan da dahil olmak üzere İslam coğrafyamızda olup bitenleri gözlemleyip izlemedikçe anlamamız imkansızdır.

Aynı şekilde onun bu hamlesini, şüphesiz onun temel itici gücü olan ve çoğu siyasetçinin de kabul ettiği Amerika'nın hedefini sorgulamadan anlamak da mümkün değildir.

Amerika, Müslümanların en büyük düşmanıdır; zira ülkelerimizi yakıp yıkmış, gaspçı Yahudi varlığıyla birlikte Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve İran'daki halkımızı katletmiş, kendi insan yapımı kanunlarında bile yasaklanmış olan tüm yöntemleri kullanmıştır. Ayrıca eğer ümmetten ve özellikle Filistin'i çevreleyen Ürdün, Mısır, Suriye ve Lübnan gibi ülkeler de dahil olmak üzere ümmetin canlı güçlerinden buna bir tepki görmezse Güvenlik Konseyi'nde, İslam ümmetini ezmek ve Allah'ın şeriatına aykırı zehirli çözümleri konusunda ortaya attığı şeyleri kabul etmeye mecbur etmek amacıyla fevri ve süratli bir şekilde hareket etmektedir.

Amerika, Yahudi varlığıyla birlikte Lübnan'ın deniz sınırlarını belirledikten sonra, mübarek toprak Filistin'i İslam ümmetinden gasp eden Yahudi varlığının açıkça tanınmasını içeren projenin tehlikesine dikkat çeken Hizb-ut Tahrir gibi Rabbimin merhamet ettikleri dışında siyasilerden ve partilerden bu duruma karşı çıkacak hiç kimseyi görmemiştir…

Amerika, ne yazık ki Lübnan yöneticilerinin buna karşı çıkmadığını, aksine bunu memnuniyetle karşıladıklarını ve daha önce bölge halkını açlığa sürükledikten ve Müslümanları aşağılamak, onlara her türlü azabı tattırmak ve onları, ümmetin talebi haline gelen Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin olduğu vahdetleri ve izzetleri olan projelerinden uzaklaştırmaya çalışmak için kendisini ve sonuçlarını kontrol ettiği savaşlarda onların kanlarını heder ettikten sonra gaz ve petrolün çıkarılması gibi bir sonucun çıkacağı bahanesiyle bunu kendileri için eşi benzeri görülmemiş bir başarı olarak kabul ettiklerini gördükten sonra…

Evet bu nedenle Amerika'nın, İslam ümmeti, Müslümanların başındaki hain ve ajan Ruveybida yöneticilerin yardımıyla planladığı her şeyi yıkacak köklü bir çözüm için harekete geçmeden önce Müslümanların başındaki yöneticilerin Yahudi varlığını resmi ve açık bir şekilde tanımalarını sağlamak için acele ettiğini görmekteyiz…

Cumhurbaşkanı Avn'ın Kıbrıs'a, hem Kıbrıs'la hem de Yahudi varlığıyla ve daha sonra da Suriye'yle deniz sınırlarını nihai olarak belirlemek için yaptığı ziyaret, Lübnan'a ve İslam ümmetine hizmet etmemekte, aksine Amerika'ya, Batı'ya ve Yahudi varlığına hizmet etmektedir; zira onlar, Lübnan ve Suriye de dahil olmak üzere İslam ülkelerinin haritasını yeniden çizerek, onların eskisinden ve halen olduklarından daha fazla hizmet etmelerini sağlamak ve refah ve rahat yaşam gibi sahte vaatlere rağmen açlık ve korku ortamını sürdürmek için planlar yapıyorlar.

Ümmet ise, kalplerimizi sevinçle dolduracak, Amerika, Batı ve Yahudi varlığını korkutacak kesin bir söz söylemeleri için içindeki güç ve kuvvet ehlini bekliyor. Allah Subhanehu ve Teala'dan bugünü bize çok yakında göstermesini diliyoruz.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Dr. Muhammed Cabir - Lübnan

Devamını oku...

Avrupa Birliği Trump'a Yanıt Veriyor ve Müslümanları Hiçbir Şekilde Dikkate Almıyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Avrupa Birliği Trump'a Yanıt Veriyor ve Müslümanları Hiçbir Şekilde Dikkate Almıyor!

Haber:

Sana'da günlük olarak yayınlanan es-Sevra gazetesi, 11 Temmuz Cuma günü şu başlık altında bir haber yayınladı: “Gazze'de demografik ya da coğrafi değişikliğe yönelik herhangi bir girişimi reddediyoruz.” Haberde şöyle geçti: “Avrupa Birliği Sözcüsü Luis Bueno, Perşembe günü yaptığı açıklamada, Birliğin Gazze bölgesinde herhangi bir demografik veya coğrafi değişikliği reddettiğini belirtti.”Bueno, basın açıklamasında, “Gazze, gelecekteki herhangi bir Filistin devletinin bir parçasıdır ve hiçbir şekilde yerinden edilme olmamalıdır” dedi.Filistin "Safa" Haber Ajansına göre, yardımların doğrudan Gazze'ye ulaştırılması, kamyon sayısının artırılması ve yeni geçiş noktalarının açılması gerektiğini talep etti.”

Yorum:

Ey Müslümanlar, Avrupa Birliği sözcüsü Luis Bueno'nun bu açıklamasına şaşırmayın! Zira o, ABD Başkanı Donald Trump'ın, Yahudi varlığının mevcut alanının genişletilmesi ve Gazze de dahil ona yeni topraklar verilmesi konusunda yaptığı açıklamalara cevap veriyor;bu arada Avrupa Birliği, Yahudi varlığının, 1897 yılında İsviçre'nin Basel kentinde düzenlenen konferansta ve 1907 yılında da Londra'da İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, İspanya ve İtalya'nın katılımıyla düzenlenen Campbell Konferansı'nda belirledikleri planları doğrultusunda elde ettiklerini yeterli görmektedir. Yani 1917 Balfour Deklarasyonu, Filistin'in taksimi ile ilgili 1947 tarihli 181 sayılı BM Kararı ve 1967'de geri kalanını gasp etmelerini!

Hiçbir Müslüman, Filistin için iki devletli çözümden bahseden Avrupa Birliği'nin bir gecede Gazze halkının destekçisi haline geldiğini sanmasın!

Müslümanlar, geniş toprakları olan ülkelerini bölüp onların kalbine Yahudi varlığını yerleştirmeyi planlayanın Avrupa olduğunu unuttular mı yoksa?

Avrupa Birliği de, Gazze'de yaklaşık iki yıldır tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan soykırım savaşından dolayı benzeri görülmemiş bir şekilde dünya kamuoyunun baskısı altında kalan dünyanın geri kalan ülkeleri gibidir.

Bu durumun kanıtı, hem Amerika hem de Avrupa'nın da olduğu kapitalist Batı'nın, dünya meselelerine ilişkin uluslararası ilişkilerde siyasi olarak iflas ettiğine, kapitalist ideolojinin çöküşünün alametlerine ve siyasi, ekonomik, uluslararası ilişkiler ve benzerleri de dahil hayatın çeşitli alanlarında aciz kaldığına işaret etmektedir...

Müslümanlar, ne Allah'tan ne Resulü'nden ne de kendilerinden utanmadan Yahudilerin varlığını sonuna kadar savunan kendilerinin başındaki yöneticiler engelini nasıl kaldıracaklarını düşünmelidirler. Yahudiler, onların resimlerini asmaktadırlar. Müslümanlar, kendilerinin ve dinlerinin merkezinin koruyucusu olan Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafet Devletini nasıl kuracaklarını düşünmeye odaklanmaları gerekir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Müh. Şefik Hamis – Yemen

Devamını oku...

Türkiye Vilayeti: Gündem Değerlendirme Toplantısı 15/07/2025

  • Kategori Türkiye
  •   |  
Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti:
Gündem Değerlendirme Toplantısı 15/07/2025
 

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Üyesi Sayın Muhammed Emin Yıldırım gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

- AKP-MHP-DEM İttifakı
- ABD Büyükelçisi'nin SDG Açıklaması
- İTÜ'de Kur'an-ı Kerim Hazımsızlığı

H. 20 Muharrem 1447 El-Muvafık M. 15 Temmuz 2025

turkiye vilayeti

İlgili Bağlantılar:

Devamını oku...

Ey Müslümanlar! Gözlerinizi Beyaz Saray’dan Ziyade Kendi Yöneticilerinizin İhtişamlı Saraylarına Dikin!

Genelde tüm Müslümanlar, özelde ise gazeteci, analist, gözlemci ve ilgili çevreler şu an gözlerini Beyaz Saray’a dikmiş durumda. ABD Başkanı Donald Trump’ın Yahudi varlığı Başbakanı Benjamin Netanyahu ile görüşmesinden ne sonuç çıkacağı ve Trump’ın Netanyahu’yu Gazze’ye yönelik saldırıları durdurmaya zorlayıp zorlamayacağı merak ediliyor.

Gazze’deki savaşın sona ermesini en çok isteyenlerin, bizzat o savaşın ateşinde yanıp kavrulan, katledilen, yaralanan, aç bırakılan ve yerinden edilen Gazze halkı olduğunu söylersek abartmış olmayız. Aynı şekilde, (bu savaşa son verilmesini en çok isteyenler,) yapay sınırlarla ve başlarında Ruveybida hain yöneticilerin bulunduğu zulüm ve fesat rejimleriyle prangalanmış olan ve bu yüzden Gazze halkına ve tüm Filistin’e yardım için cihat etmeleri engellenen diğer İslam beldelerindeki Müslümanlardır.

İslam ülkelerindeki uydu kanallarının ve haber portallarının, siyasi yorumcuları ve düşünürleri ekrana çıkarıp onlara gündemi, duruşları ve açıklamaları yorumlattıklarını ve bu sayede bir medya zaferi kazandıklarını veya özel bir habere imza attıklarını görüyoruz!

Müslümanların durumu bu raddeye mi geldi? Başlarına belalar yağarken, düşman tuzaklarını örerken, kenarda durup seyretmek midir işleri? Kardeşleri gözlerinin önünde katlediliyor, açlığa terk ediliyorlar, evlerinden yurtlarından sürülüyorlar. Onlar ise sadece izliyorlar. İçlerinden en aklı başında olanları ise durumu sadece izleyip analiz yapmakla yetiniyorlar. Müslümanların, oluk oluk para akıtılan, milyarlarca dolarlık son teknoloji silahlarla donatılan, ümmetin en yiğit evlatlarının canını dişine takıp savaşmaya, canını ve malını İslam’ın mukaddesatı uğruna feda etmeye hazır olduğu orduları yok mu?

Ey Müslümanlar! Ne oluyor size öyle? Asırlar boyunca dünyaya hükmeden sizler değil miydiniz? Uluslararası siyasete yön veren, oyun kuran sizler değil miydiniz? Ordunuza bir zamanlar “yenilmez ordu” dendiğini unuttunuz mu? Bugünse insanlığın en serserisi, yaratılmışların en alçağı ve en korkağı olan küçük bir güruh gelmiş sizin mübarek toprağınıza yerleşmiş ve çöreklenmiş durumda. Kardeşlerinizi katlediyorlar, yurtlarından kovuyorlar, açlığa terk ediyorlar! Kendilerine tek bir kurşun bile sıkılmayacağını bildikleri için savaş uçaklarıyla ülke hava sahanızda diledikleri gibi cirit atıyorlar!

Ey Müslümanlar! Bugün artık olaylar bir analizi gerektirmeyecek kadar aşikârdır; zira artık sır perdesi aralanmıştır. Düşmanlarınız, size karşı besledikleri husumeti her vesileyle, pervasızca ve açıkça ortaya koymaktan çekinmemektedir. Yöneticilerinizin de maskesi düşmüştür, onların işbirlikçi olduğu, gözü olan herkes için gün gibi ortadadır. Onlar, sömürgeci kâfir devletlere daha yakındırlar. Çarpık koltuklarını korumak adına sizi bölük pörçük tutmaya, birleşmenize engel olmaya ve sizi düşmanlarınızın önüne atmaya devam ediyorlar. Bu nedenle, Filistin’de ve başka yerlerde kardeşlerinize destek vermenizi engellemeleri şaşırtıcı değil.

Dolayısıyla apaçık olanı yeniden vurgulamaktan ve bilinen gerçekleri tekrar etmekten asla geri durmayacağız: Artık bakışlarınızı, Trump’ın Netanyahu’ya baskı yapıp size karşı savaşı bitirme lütfunda bulunmasını beklediğiniz Beyaz Saray yerine kendi yöneticilerinizin saraylarına çevirmenin vakti gelmiştir. Artık bakışlarınızı, Mübarek Toprağı kurtarmak ve onu Yahudilerden temizlemek, arkalarındaki kafir ülkelerini korkutmak için harekete geçmeye teşvik etmek üzere ordularınızın kışlalarına çevirmenin vakti gelmiştir.

İşte Hizb-ut Tahrir, halkına asla yalan söylemeyen bir öncü ve kalkınma projenizin sahibi olarak, sizi kendisiyle birlikte çalışmaya çağırıyor. Sizi, canı gönülden arzuladığınız zafere, izzete ve saygınlığa ulaştırmak üzere kendisiyle birlikte hareket etmeye davet ediyor. Ona yardım edin ki Allah da size yardım etsin.

Devamını oku...

Pakistan Yöneticilerinin İhaneti ve Normalleşme Hamlesi: Hain Abraham Anlaşmaları’na Katılmanın ve Trump’ın Amerika’sı ile Yahudi Varlığının Çıkarlarına Hizmet Etmenin Başlangıcıdır

Trump yönetimindeki ABD, Amerikan çıkarlarına hizmet eden ‘Yeni Bir Orta Doğu’ oluşturma çabası içerisindedir. Bu çıkarların en başında ise, Amerika’nın İslam coğrafyasındaki ileri karakolu olan Yahudi varlığının güvenliğini, emniyetini ve genişlemesini sağlamak gelmektedir. Amerika, Yahudi varlığını siyasi, ekonomik ve fikri olarak bölgenin hâkim gücü haline getirmeyi amaçlamaktadır. Amerikan ajanları ise bu projeyi hızla hayata geçirme ve efendilerinin çıkarlarına hizmet etme yarışına girmişlerdir. Körfez ülkeleri ve Sudan’daki Ruveybida yöneticilerle başlayan normalleşme sürecine şimdi de Pakistan Genelkurmay Başkanı Asım Münir de dahil olmuştur. Münir, Pakistan Hava Kuvvetleri şahinlerinin, Pakistan’ın ezeli düşmanı Hindistan’a karşı kazandığı zaferi heba etmiştir. Sonra “Gazze, Lübnan ve İran kasabı” olarak nitelendirilen ABD Başkanı Donald Trump’ı Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir. Bu fikir Yahudi varlığının liderinin o kadar hoşuna gitmiştir ki, o da Trump’ı barış için değil, “Nobel Savaş Ödülü”ne aday göstermiştir.

Şimdi de Pakistan’daki siyasi piyonlara bu şeytani projenin uygulanması için zemin hazırlama görevi verilmiş görünüyor. Başbakan Siyasi İşler Özel Yardımcısı Rana Sanaullah, Pakistan’ın İbrahim Anlaşmaları konusunda İslam Dünyası’nın pozisyonunu takip etmesi gerektiğini ileri sürerek, “Eğer Suudi Arabistan, Türkiye ve İran ile konunun doğrudan muhatabı olan Arap ülkeleri bir karar verirse, Pakistan’ın da bu karara katılması gerekir” dedi. Öte yandan Dışişleri Bakanı İshak Dar ve Savunma Bakanı Hoca Asıf da, Pakistan’ın anlaşmaya katılmayacağını belirterek, “İsrail”i tanımanın, ülkenin iki devletli çözüm önerisini desteklemesiyle çelişeceğini ve Pakistan’ın ulusal çıkarlarına hizmet etmesi durumunda ancak düşünülebileceğini” vurguladı

2020’de ABD’nin güdümünde hayata geçirilen ‘İbrahim Anlaşmaları’, BAE, Bahreyn, Umman ve Sudan’la onur kırıcı ve haince bir normalleşmeye kapı araladı. Elçiliklerin açılması, ticaret anlaşmalarının imzalanması ve teknoloji alanında iş birliği gibi adımlarla, bu ümmetten kopan yöneticiler, Pakistan halkının saf akidesini çiğnemeye devam ediyorlar. İbrahim Aleyhisselam’ın Yahudiler ile Hristiyanlardan açıkça berî olduğu gerçeğini göz ardı ediyorlar. Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيّاً وَلَا نَصْرَانِيّاً وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفاً مُّسْلِماً وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ“İbrahim, yahudi de, hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir müslimdi; ortak koşanlardan değildi.” [Ali İmran 67] Bu yöneticiler de yakında “Abraham Anlaşmaları”na katılacaklarını söylüyorlar; İngiliz yetiştirmesi Amerikan ajanı Suudi hanedanı, İran’ın despot yöneticileri ve münafıkların şahı Erdoğan’ın Türkiye’si gibi İslam Dünyası’ndaki diğer rejimlerin öncülük etmesinin ardından kendilerinin de bu yolu izleyeceklerini iddia ediyorlar. Böylece Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hükmüne aykırı hareket ederek körü körüne birilerini taklit etmeyi yeğliyorlar:

لَا تَكُونُوا إِمَّعَةً تَقُولُونَ إِنْ أَحْسَنَ النَّاسُ أَحْسَنَّا، وَإِنْ ظَلَمُوا ظَلَمْنَا، وَلَكِنْ وَطِّنُوا أَنْفُسَكُمْ، إِنْ أَحْسَنَ النَّاسُ أَنْ تُحْسِنُوا، وَإِنْ أَسَاءُوا فَلَا تَظْلِمُوا“İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız; zulmederlerse biz de zulmederiz”, diyen zayıf karakterli kimseler olmayın. Bilakis iyilik yaptıklarında insanlara iyilik yapmayı, kötülük yaptıklarında ise onlara zulmetmemeyi içinize (bir ilke olarak) yerleştirin” [Tirmizi]

Gerçekleri manipüle edip yenilgiyi zafer olarak lanse etme eğilimleri devam ediyor. Nitekim Silahlı Kuvvetleri aslanlarının Hindistan karşısındaki zaferini heba ederek Keşmir’i peşkeş çekmişlerdir. Hindistan’ın İndus Suları Anlaşması’nı askıya almasına göz yummuşlardır. Sonra da bunu bir “zafer” olarak ilan ederek Genelkurmay Başkanı’nı “Mareşal” rütbesine terfi ettirmişlerdir. Şimdi de sözde “iki devletli çözüme” tutunarak aynı aldatmacayı tekrarlıyorlar. Bu ihanet dolu tutumu ‘onurlu bir duruş’ diye yutturmaya çalışıyorlar! Gerçekte bu proje, Yahudi varlığının Mübarek Toprak Filistin’in %80’inden fazlası üzerindeki mevcudiyetini pekiştirmekte ve halka bir zafer gibi pazarlanmaktadır. Aynı aldatmacayı, Oslo Anlaşmaları kapsamında büyük hain Yaser Arafat da yapmıştı. Arafat o anlaşmalarda, Yahudilerin Mübarek Topraklar’ın %20’sinden daha azı üzerinde bir Filistin devletini tanıması karşılığında, Yahudilerin Mübarek Toprağı işgalini kabul etmişti!

Ey Pakistan Müslümanları! Özellikle de ey silahlı kuvvetlerin yiğit mensupları! Siyasi yöneticileriniz ve askeri komutanlarınız, Yahudilere ve Hristiyanlara olan bağlılıklarını açıkça ilan etmişlerdir. Onlar, artık Trump ve Netanyahu ordularının bir neferi olmuşlardır. Efendilerine hizmet eden herhangi bir anlaşmayı imzalamaktan asla utanmamaktadırlar. Bu, İslam’dan irtidat etmek (dinden çıkmak) veya onların yeni “İbrahimî” dinine uymak, hatta İlk Kıblemiz ve üç kutsal mescidin üçüncüsü olan Mescid-i Aksa’yı teslim etmek anlamına gelse bile! Bu kasıtlı ihanet, onların ümmetin düşmanlarına olan sadakatlerinin bir sonucudur. Sakın aldanmayın! Sizin dilinizden konuşmaları, hatta Kur’an-ı Kerim okumaları bile bir şey değiştirmez; onlar, Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın haklarında bizleri uyardığı münafıkların ta kendileridir.

وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?” [Münafikun 4] Onlara engel olmalı, iktidarlarını devirmeli ve Raşidi Halife’ye biat etmelisiniz. Halife, Allah’ın indirdikleriyle hükmedecek, Mescid-i Aksa ve İsra yurdunu kurtaracak, Hint Alt Kıtasını Daru’l-İslam’a geri döndürecek ve iki milyarlık ümmeti Kelime-i Tevhid bayrağı altında toplayacaktır.

Devamını oku...

Lübnan ve Bölgenin Geleceğine Dair Ballı Ama Bir O Kadar da Zehirli Sözler... Amerikan Elçisi Tom Barrack, Yahudi Varlığıyla Barış ve Normalleşme Anlaşmasını Tamamlamak Üzere Lübnan’da!

  • Kategori Lübnan
  •   |  

7 Temmuz 2025’te Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen basın toplantısında konuşan ABD’li Büyükelçi Tom Barrack, “Lübnan için bir fırsat ortamının oluştuğuna” işaret etti. Barrack, “Lübnanlılar fırsatları değerlendirmekte ustadır. Zamanı geldi, çünkü bölge değişiyor. Trump Lübnan’ın arkasında duruyor.” diye konuştu. “Herkesin yaşananlardan çok yorulduğundan’ dem vuran Barrack, “Güvenliğin Lübnan’a yatırım getireceğini, ABD Başkanı’nın barış ve refaha katkı sunma sözü verdiğini ve Lübnan’ın hâlâ bölgenin anahtarı ve Akdeniz’in incisi olabileceğini” söyledi. Ne var ki, tüm bu ballı ve tatlı sözlerin, Amerika’nın asıl hedefini gizleyen bir kılıf olduğu anlaşılıyor. Bölgeyi “tam bir kaos” olarak niteleyen Barrack, Suriye’nin bu koşullar içinde “büyük bir umuda” dönüştüğünü belirtti. Barrack, Suriye ile İsrail arasında diyaloğun başladığını ve tarafların bir anlaşmaya varmak için acele ettiğini savundu. Artık her şey gün gibi ortada! Bu, ‘Abraham Anlaşması’ olarak adlandırılan anlaşmanın Lübnan ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletilmesinden başka bir şey değil! Lübnan Cumhurbaşkanlığı’nın Amerikalı temsilciye verdiği yanıtta ise ‘kapsamlı çözüm’ vurgusu yapıldı. “Lübnan Cumhurbaşkanı, ABD elçisine ‘kapsamlı çözüm’ başlığı altında kendi önerilerini sundu. ABD elçisi ise yanıtı olumlu karşıladı; hem ‘sorumluluk sahibi’ bir adım olarak niteledi hem de Amerikan yönetiminin hedefleriyle ‘uyumlu’ olduğunu belirtti! Acaba ABD yönetimi, şu an Suriye ile Yahudi varlığı arasında yapmaya çalıştığı gibi, Lübnan ile Yahudi varlığı arasında da bir ‘barış’ anlaşması imzalatmak için mi uğraşıyor? Acaba ABD yönetimi, Lübnan ve diğer İslam beldelerindeki her türlü askeri güç belirtisini -nominal düzeyde olsa bile- ortadan kaldırmaya mı çalışıyor? Çünkü böyle bir potansiyel, onu ele geçiren herhangi bir gücün, 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı’nda kahraman mücahitlerin kısıtlı imkânlarla başardığını tekrarlamasına olanak tanıyacaktır! Sadece Lübnan’ı değil, tüm bölgeyi istila eden bu hareketliliğin en can alıcı noktası, Amerika ve Yahudi varlığının sergilediği ortak tutumdur. ‘Amerika’nın Yeni Ortadoğu Projesi’ adı altında özetlenebilecek bu tutum, sömürgeci saldırganlığın en iğrenç halidir ve Yahudi varlığını bölgenin jandarması yapmayı hedeflemektedir. Bu proje, tek bir sömürge projesidir! Bu projede onlar, tek ve ortak bir düşmandır. Ve bu proje, bir bütün olarak İslam ümmetini hedef almaktadır.

Yahudiler ve ABD’ye göre Yahudilerle barış ve normalleşme süreci, yakın coğrafyada aktif ya da pasif hiçbir güç unsurunun kalmamasını öngörmektedir. Bu tasfiye, İran partisinden Filistin kamplarındaki silahlara kadar geniş bir yelpazeyi içermektedir. Oysaki bu askeri güç, İran’ın pragmatik dış politikasına ve diğer bölgesel aktörlerin stratejik kararlarına endekslenmemiş olsaydı ve 7 Ekim 2023 öncesinde etkin bir şekilde kullanılsaydı, sahada inkâr edilemez bir stratejik fark yaratabilir ve hatta rejimlere karşı orduları harekete geçirme potansiyeline sahip olabilirdi... Fakat kapalı kapılar ardında yaşananlar, medyada yer alanlardan çok farklıdır. Örneğin ABD elçisi, dikkat çeken bir yorumda bulunarak İran partisi için siyasi bir parti tanımını kullandı ve “Hizbullah, askeri kanadı olan siyasi bir partidir ve Hizbullah’ın bir geleceği olduğunu ve bu sürecin ona karşı olmadığını anlamalıdır” dedi. Başbakan Nevaf Selam da ABD elçisiyle görüştükten sonra, ‘Hizbullah, Lübnan devletinin ayrılmaz bir parçasıdır!’ ifadesini kullandı! Lübnan Meclis Başkan Yardımcısı Elias Bou Saab’ın 6 Temmuz 2025’te El Arabiya kanalına verdiği röportajda sarf ettiği sözler de bu durumu teyit etmektedir. Bou Saab, “Medyadaki söylem, kulislerde konuşulanlardan farklıdır ve müzakerelere giden yolda sertlik yanlısı bir söylem kullanılması normaldir.” dedi. Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım da Beyrut’un güney banliyösünde Muharrem ayının 10’unu anmak için düzenlenen etkinlikte yaptığı konuşmada, perde arkasında dönen işlere işaret eden ifadeler kullandı. Naim Kasım, “Direniş, çözüm yollarından biridir…’ dedi ve aynı zamanda ‘barışa da hazırız... Çatışmaya ve savunmaya da hazırız’ ifadelerine yer verdi. Bu açıklama, tüm tarafların aslında nasıl tek bir ağızdan konuştuğunu ele veriyor. Düşmanla her görüşme öncesi savurdukları onca ateşli demeçlere, onca popülist nutuklara rağmen aslında hepsi ABD’nin kurguladığı ‘Yahudi varlığıyla barış ve normalleşme’ senfonisinin birer enstrümanıdır! ABD’nin açık desteğini arkasına alan Cumhurbaşkanı Aoun’un, Lübnan’ı adım adım bu teslimiyetçi normalleşme sürecine soktuğu apaçık ortadadır. Stratejisi iki aşamalı: Önce sınır müzakereleri bahanesiyle Yahudi varlığıyla diyaloğu başlatmak, ardından İran partisinin Litani’nin iki yakasındaki askeri varlığını tasfiye etmek... Ardından, Yahudi varlığıyla bir teslimiyet ve normalleşme anlaşması imzalanmasına zemin hazırlamak amacıyla, Lübnan Anayasası’nın 52. maddesinin yürürlüğe konulduğu yönünde bilgiler sızdırıldı. Söz konusu maddeye göre; “Cumhurbaşkanı, Başbakan’la anlaşarak anlaşmaları müzakere eder ve imzalar; ancak Bakanlar Kurulu’nun onayı olmadan bu anlaşmalar yürürlüğe girmez. Madde ayrıca, ulusal çıkarlar ve devlet güvenliği izin verdiği takdirde anlaşmaların Parlamento’ya bildirileceğini öngörüyor.” İşte bu ifade, Lübnan’daki otoritenin en tepeden itibaren nasıl bir istikamet tutturduğunun en açık göstergesidir! Kuşkusuz bu proje, Filistin davasını tasfiye etmek ve Yahudilerle süregelen düşmanlığı bitirmek demektir!

Ey Lübnan Müslümanları! Tüm çıplaklığıyla ifade ediyoruz ki, Lübnan yönetiminin, en tepesinden en alt birimine kadar, siyaset ve medya eliyle yürüttüğü bu politika, zilletin, aşağılanmışlığın, onursuzluğun anlaşmalara ve sözleşmelere ihanet eden bu saldırgan gaspçı varlığa teslimiyet ve boyun eğişin bir tezahürüdür. Müslümanların en temel davalarından birine karşı yapılan ihaneti daha yumuşak bir dille tanımlamak imkânsızdır. Lübnan yönetimi, ‘Beyrut Zirvesi kararları’, ‘Arap ittifakı’ ve hatta ‘davanın sahibi olduğunu iddia eden Filistinli örgütlerin teslimiyeti’ gibi asılsız bahanelerle bu davayı terk ederek, nihayetinde ‘ulusal çıkar’ kisvesi altında Yahudilerle ihanet dolu anlaşmalar imzalamanın peşindedir! Amerikan dış politikasının bölgedeki temel paradigmalarından biri, kendi çıkarlarını güvence altına almak amacıyla, Yahudi varlığının statüsünü konsolide etmek ve onu bölgenin entegre bir aktörü yapmaktır. Bu konuda, Arap ve Müslümanların zararlı yöneticileri de Amerika ile iş birliği içindedir. Böylece geçmişte Sedat’a atfedilen ve ‘ihanet’ olarak nitelendirilen bu politika, günümüzdeki bu rejimler için meşru ve açık bir siyasi yaklaşım haline gelmiştir!

Ey Lübnan Müslümanları! Yahudi varlığına karşı doğrultulan silahların, bizzat Amerika ve Yahudiler tarafından toplanması düşüncesi, apaçık bir günahtır. Zira Yahudilerle savaşı sürdürmek ve onlara zayiat vermek ve onlara göz açtırmamak asıldır. Cihat özellikle de Müslümanların kalbi konumundaki Şam diyarında kıyamete kadar devam edecektir. Nitekim Seleme bin Nüfeyl’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

فُتِح على رسول الله ﷺ فَتحٌ فأتيتُه فقلت: يا رسول الله سُيِّبَتِ الخيل ووضَعوا السِّلاح فقد وضَعَتِ الحرب أوزارَها وقالوا: لا قتال، فقال رسول الله ﷺ: «كَذَبُوا، الْآنَ جَاءَ الْقِتَالُ، الْآنَ جَاءَ الْقِتَالُ، إِنَّ اللهَ جَلَّ وَعَلَا يُزِيغُ قُلُوبَ أَقْوَامٍ يُقَاتِلُونَهُمْ وَيَرْزُقُهُمُ اللهُ مِنْهُمْ، حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللهِ عَلَى ذَلِكَ، وَعُقْرُ دَارِ الْمُؤْمِنِينَ الشَّامُ  Rasûlullah’a bir fetih nasip oldu. Ona varıp dedim ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Atlar salıverildi ve silah bırakıldı. Savaş artık bitti ve dediler artık savaş yok.” Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem: “Yalan söylüyorlar. İşte şimdi savaş zamanı geldi. İşte şimdi savaş zamanı geldi. Şüphesiz Allah, birtakım kavimlerin kalplerini (haktan) saptırır, müminler onlarla savaşır ve Allah da müminleri onlardan (elde ettikleriyle) rızıklandırır. Bu durum, Allah’ın emri gelinceye dek böyle devam edecektir. Ve müminlerin yurdunun merkezi Şam’dır” Bir zamanlar bir amacı olan bu silah (Lübnan ve Filistin’deki), asıl hedefini şaşırıp Lübnan ve çevresindeki kardeşlerine doğrultulduğunda, silah fikri ve taşıma amacı da çarpıtılmıştır. Öyle ki silahsızlanma fikri, bu silahların Yahudilere mi yoksa Müslümanlara mı karşı doğrultulduğu arasında bir ayrım yapılmaksızın toplumun genel talebi haline gelmiştir. Bu talebi besleyen ve ateşini daha da körükleyen en önemli etken ise, 7 Ekim 2023 öncesi ve sonrasında yaşanan kritik gelişmelerde bu silahların doğru zamanda ve gerektiği şekilde kullanılmamış olmasıdır...! Ancak tüm bunlara rağmen, Yahudi varlığı sorununa yönelik yegâne doğru çözüm, onu Filistin topraklarından ve Müslümanların kanına bulanmış elinin uzandığı her yerden zorla söküp atmaktır. Ne var ki, Filistin’i çevresindeki sömürgeci kafir Batının atadığı ve hala halkın üzerinde hüküm süren Ruveybida ve zararlı yöneticilerin kökü kazınmadıkça Yahudi varlığının kökünün kazınması hayli zor görünmektedir! İşte şimdi bu yöneticilerin, tahtlarını korumak adına onurlu Gazze halkına yardım etmenizi kaba kuvvet ve baskı yoluyla nasıl engellediklerini, gözlerinizin içine baka baka Yahudilerle temas kurma günahını nasıl işlediklerini, orduların Yahudilerle savaşma konusunda gerçek iradeye sahip olan Nübüvvet metodu üzere ikinci Hilafet’i kurmak için çalışanlara destek vermek için fiili olarak harekete geçmesini nasıl engellediklerini görüyorsunuz! Netanyahu Hilafet tehlikesini gördü, korkularını dile getirdi ve Akdeniz kıyılarında kurulmasına kesinlikle izin vermeyeceğini ve her türlü girişimi engelleyeceğini açıkladı. Ama nafile! Zira Hilafet, Allah’ın izniyle, o ve onun bekçisi uşak yöneticileri istese de istemese de Allah’ın vaadini ve Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesini gerçekleştirmek için gecesini gündüzüne katan Allah’ın kulları eliyle mutlaka kurulacaktır.

Kısacası Lübnan hükümeti ile bölgedeki, özellikle de Şam coğrafyasındaki yöneticilerin yaptıkları ve izledikleri yol, münkerdir, haramdır, Allah’a, Rasûlü’ne ve müminlere ihanettir. Bunun aksini savunanlar ya menfaatperesttir ya da üç kuruşluk dünya uğruna dinin satıp bu rejimlere dalkavukluk eden münafıktır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ إِنَّ اللهَ لَا يُحِبُّ مَن كَانَ خَوَّاناً أَثِيماً“Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” [Nisa 107] Bu ihanet ne halkın sessizliğiyle ne de yetki sahipleri ve güç odaklarının kayıtsızlığıyla geçiştirilemez! Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَراً فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ، وَذَلِكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ“Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.” [Müslim]

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi’nin Milletvekili Ziyaretleri

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi’nden bir heyet, milletvekili ziyaretleri kampanyası kapsamında Milletvekili Dr. İmad el-Hut ile Beyrut’ta bir görüşme gerçekleştirdi. Dr. Muhammed Cabir ve Mühendis Salih Selam’dan oluşan heyetin ziyareti yaklaşık bir saat sürdü. Heyet, Lübnan Parlamentosu’ndaki milletvekillerini aşağıdaki konularda tutum sergilemeye ve harekete geçmeye çağırdı:

1- Yahudi varlığının resmen tanınması projesine karşı çıkılması bir zorunluluktur. Amerikan baskıları gerekçe gösterilerek, siyasetçi ve medya çevrelerinde normalleşmeye hızla zemin hazırlanıyor.

2- Orduların, ümmet düşmanı olarak tanımlanan Yahudilere karşı güç kullanması şeran farzdır. Bu orduların komutanlarının, bu farzı yerine getirmezlerse, Batı’ya bağlı iktidarların ve Yahudi varlığını koruyan rejimlerin işbirliğiyle silahlarının ellerinden alınacağı veya yok edileceği konusunda uyanık olmaları elzemdir.

3- Herkes mezhepçilik fitnesinden ve Müslümanlar arasında bunu körükleyen veya alevlendiren unsurlardan kesinlikle uzak durmalıdır. Çünkü bu, sadece düşmanın işine yarar ve aralarındaki fıkhî ve siyasi yorum farklılıklarına rağmen Hilafet çatısı altında birleşmeleri gereken Müslümanların saflarını böler.

4- Taşıdığımız birleştirici İslam Devleti Hilafet projesinin, Müslüman olsun olmasın tüm insanlar arasında, parlamentodan siyasi toplantılara kadar her platformda açıkça dile getirilmesi bir zorunluluktur. Hizb-ut Tahrir, hiçbir tereddüt göstermeden, büyük bir coşku ve neşeyle bu projenin bayraktarlığını yapmaktadır. Çünkü bu projenin bizi ve başkalarını mevcut sıkıntıdan kurtaracak tek çare olduğuna inanmaktadır.

Ziyaretin sonunda, ümmetin hayrına olacak şekilde sürekli iletişim halinde kalınması konusunda mutabık kalındı.

Aynı heyet geçtiğimiz hafta, benzer konuları görüşmek, Lübnan halkının vekillerini sorumluluklarıyla yüzleştirmek ve özellikle de köklü çözüm önerisini ve yöneticilerden hesap sorulmasını ele almak amacıyla Milletvekili Nebil Bedir’i Beyrut’ta ziyaret etti.

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi, çözüm projesini sunmak amacıyla milletvekilleriyle temaslarına önümüzdeki günlerde de Allah’ın izniyle devam edecektir.

Devamını oku...

Devletin Kimliği Mi? Yoksa Kimliksiz Bir Devlet Mi?!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Devletin Kimliği Mi? Yoksa Kimliksiz Bir Devlet Mi?!

Peygamberimizin bi'setinin on üçüncü yılında, Yesrib'den Mekke'ye gelen Evs ve Hazrec temsilcileri, Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e yönetim, savaş ve itaat için biat ettiler. Buna göre Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, yönetimi teslim almak için onlara hicret etti. Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Medine'ye ulaşması ve yönetim ve otoritenin işlerini üstlenmesiyle, İslam akidesi temelinde ilk İslam Devleti kuruldu ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem tebaasının işlerini, daha önce çok az bir kısmı nazil olmasının ardından devletin kurulmasıyla birlikte nazil olmaya başlayan Allah'ın şeriatı ile gözetmeye başladı. Böylece dünya, yeni bir hadarat kimliğine sahip yeni bir devletle ve yeni bir yaşam tarzına sahip bir toplumla tanışmaya başladı. Hilafet Devleti döneminde doğuda Hindistan ve Çin sınırlarına, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, Endülüs tarafında ise Fransa sınırlarına kadar ulaşan bu devletin genişlemesi arttıkça, dünyanın bakışları daha güçlü bir şekilde bu devlete çevrildi. İslam hadaratının gücünden biri de, bu kadar çok sayıdaki halkları kendine çekebilmiş olmasıdır. Onlar, birçok dine, farklı kültürlere, çeşitli dillere, farklı yasalara, çok sayıda renge ve ırka sahip farklı yaşam tarzları olan halklardı. Dolayısıyla bu insanlar, neredeyse sayısız "kimlikler" arasında dağılmışlardı. Buna rağmen insan fıtratına uygun, akla kanaat veren İslam, onların hepsini tek bir potada eritmeyi başarmıştır. Nitekim onlar, İslam'a iman edip onu benimsedikten sonra, daha önceki dinlerini, kültürlerini, kanunlarını ve yaşam tarzlarını terk ettiler, hatta onlardan çoğu kendi ana dillerini bile terk ettiler ve İslam hadaratı onların eski medeniyetlerinin sayfalarını kapattı; böylece tek bir ümmet oldular, tek bir hadaratta somutlaştılar, tek bir yaşam tarzında birleştiler, tek yasama sistemi olarak İslam şeriatını benimsediler ve onların çeşitli etnik kökenleri, farklı tarihsel geçmişleri ve farklı coğrafi ve iklimsel çevreleri hiçbir engel teşkil etmedi. Dolayısıyla İslam ümmetinin olduğu tek bir ümmet haline gelmelerinin ardından tüm bu insanların kimliği sadece İslam oldu.

Onlara dünya hayatı, dünya hayatının öncesi ve sonrası, öncesinin ve sonrasının ilişkileri hakkında külli bir fikir veren, bu hayattaki varlıklarının anlamını veren, yaşamın anlamını ve amacını tasvir eden, mutluluk mefhumunu tanıtan, hayır ve şer mefhumlarını ve fiillerde güzel ve çirkin ölçülerini veren, yasa koyucuların yasalarına ihtiyaç duymamaları için bir yasa belirleyen, onların aralarını milliyetçilik, ırkçılık, dil, vatan, kabilecilik ve diğer asabiyet bağların yerine İslam kardeşliği bağıyla birleştiren İslam olup böylece Allah'ın nimeti sayesinde kardeşler olmuşlardır. Tüm bunlardan sonra İslam, kendi kimliğinden başka bir kimliğe yer bırakmamış, böylece Kureyşli, Evsli, Hazrecli, siyah, beyaz, Arap ve Acem olsun; onlardan herhangi birine kimliği hakkında sorulduğunda, “Ben Müslümanım” demişlerdir.

Batı medeniyetinin pisliği zihinlerine nüfuz edene kadar Müslümanların yüzlerce yıl boyunca taşıdıkları ve bildikleri işte bu kimliktir. Müslümanların bir kısmı Turan milliyetçiliğinin kirine bulanırken diğerleri de Arap milliyetçiliğinin kirine bulanmıştır; nitekim bunların birçoğu da yirminci yüzyılın başlarında “Türk ulusal kimliğini” yücelten bir gruba ve “Arap ulusal kimliğini” yücelten başka bir guruba bölünmüştür. İslam Devleti'nin çöküşünden ve Müslüman ülkelerin çoğunun sömürgeci kafirin işgali altına girmesinden sonra, sömürgeci “böl ve yönet” kaidesine göre İslam beldelerini, özellikle de Arap ülkelerini küçük devletçiklere bölmeye yönelmiştir. Bu yapay devletçikleri sahada pekiştirmek ve zihinlerde ve nefislerde meşruiyetlerini güçlendirmek amacıyla, her biri için yeni “kimlikler” oluşturularak, tek ‘kimliğe’ sahip olan bir ümmeti çeşitli “kimliklere” bölmeye kastedilmiştir. “Türk ve Arap kimliklerini” basitleştirdikten sonra, “Kürt kimliği” ve “Fars kimliğini” ortaya attılar, ardından Mısırlılar için “Firavun kimliği”, Suriyeliler için “Arami kimliği”, Iraklılar için “Babil kimliği”, Lübnanlılar için “Fenike kimliği”, Kürtler için “Kürt kimliği”, Tunuslular için “Kartaca Fenike kimliğini” ortaya çıkardılar, ardından da Berberiler arasında “Amazigh kimliği” dedikleri şeyi kışkırttılar. Nitekim sömürgeci kâfir, bu devletçiklerin bayraklarını ve bayraklarında bulunan sloganları ve sembolleri, her biri için “görsel kimlikler” haline getirdi, dahası bir de bunlara “işitsel kimlikler” olan milli marşları ve “tarihsel kimlikleri” ekledi; böylece her bir devlet için, İslam'ın “tarihsel kimliğinden” ayıran kendine özgü bir tarih oluşturdu ve her birini, İslam tarihinden önce ülkelerinden geçip yok olmuş medeniyetlere atfetti. Böylece “tek kimliğe” sahip olan bir ümmeti, “farklı kimliklere” sahip milletler haline getirdi ve devletler olarak adlandıran bu hapishanelerin tutsakları, eskiden kendilerini “İslam kimlikleri olan” Müslümanlar olarak tanımlarken ve İslam hadaratının olduğu tek bir hadarata ait olduklarını söylerlerken artık her biri kendilerini Suriyeli, Iraklı, Lübnanlı, Mısırlı, Filistinli veya Ürdünlü olarak tanımlamaya başladılar.

On dört yıl önce Şam'da devrim başladığında, camilerden çıkan devrimciler, gerçek “kimliklerini” ifade eden İslami sloganlar attılar ve Suriye'nin tüm halkı ve onları destekleyenler bu sloganlara katıldı ve bu uğurda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ettiler ki bu sloganlar şunlardır: “O (Devrim) Allah İçindir, O Allah İçindir”, “La Şarkıyye La Garbiye, İlla İslamiyye, İslamiyye”, “Ebedi Liderimiz Efendimiz Muhammed'dir” ve “Halk, Allah'ın Şeriatıyla Hükmedilmesini İstiyor.” Kısa sürede ulusal ve laik başlıkları taşıyan gruplar, birbiri ardına “İslami kimliğini” ilan eden devrimci gruplara katıldılar ve hedeflerinin, Esad'ın Baas rejiminin enkazı üzerine İslam Nizamını kurmak olduğunu ilan ederek, dünyanın dört bir yanındaki birçok Müslüman gibi müminlerin merkezi Şam'da İslam Devleti'nin kurulmasının yakın olduğuna sevinen İslam beldelerinin dört bir yanından gelen mücahitleri kucakladılar. Tiranın düşüşünden sonra Şam'da otoriteyi ele geçiren grup, ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren en çok İslami siyasi projeyi savunan gruplardan biriydi; hatta İslamcı projeden saptıkları, bölgesel rejimlere bağlı oldukları veya büyük devletlerle iş birliği yaptıkları gerekçesiyle bazı devrimci grupları saldırmıştı. Ancak şok edici olan, yönetimi teslim alınca ipliğini iyice büktükten sonra onu söken kadın gibi vaatlerinden ve sloganlarından dönmesi, laik rejimi pekiştirerek ümmete düşman olan en azılı devletlere ve rejimlere dostluk beslemesi ve bunun da bu devletlerin Gazze'deki Müslümanlara karşı en korkunç katliamları işlediği bir dönemde olmasıydı. Daha birkaç gün önce, yeni Suriye'nin "görsel kimliği" diye adlandırdığı sahte kimliğini ilan ederek bizi şaşırttı. Peki bu ilanın anlamı nedir?

Şayet bu yeni sloganın ilan edilmesinde “kimlik” terimi kullanılmasaydı, daha hafif ve daha az ağırlıkta olurdu. “Kimlik” teriminin benimsenmesi boşuna gelmemiştir, bilakis son derece tehlikeli çağrışımlar taşıyarak gelmiştir. Zira Suriye halkının ve dünyadaki diğer tüm Müslümanların tek gerçek "kimliğinin" ilan edilmesinin yolunu kesmek için gelmiştir; ayrıca bu, Suriye halkının ve dünyadaki Müslümanların çoğunluğunun “kimlik” teriminin anlamını idrak edememesine dayalı olarak geçirilmiştir.

“Kimlik” çağdaş bir terim olup, “bir kişiyi veya grubu tanımlayan ve onların benzersizliğini ve benlik duygusunu şekillendiren ayırt edici özellikler, nitelikler, inançlar ve değerler” olarak tanımlanmaktadır. Şerif Cürcani, Et-Ta’rifat adlı eserinde kimliği, "Çekirdeğin ağacı içerdiği gibi gerçekleri içeren mutlak hakikat" olarak tanımlamıştır. Buna göre “devletin kimliği” şunlardan oluşmaktadır: Temeli üzerine kurulan akide, hayata bakış açısı, ait olduğu medeniyet, temsil ettiği millet, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen yasama sistemi ve insanlığa taşımış olduğu risalet. O halde bu “kimlik”, kuşlardan birinin resmiyle ifade edilemez. Daha da kötüsü, bu resimde yer alan sembollerin, zihinleri “İslami kimlikten” uzaklaştıracak şekilde anlatılmasıdır. Üç yıldız ise, 1932 yılında Fransız işgalinin yüksek komiseri Henri Bonnaud tarafından onaylanan Suriye ulusal bayrağının yıldızlarıdır. Logonun geri kalan sembolleri ise ülkenin coğrafi bölgelerini ve idari bölümlerini, yani illerini simgelemektedir! Bir ülkenin idari bölünmesinin onun “kimliğinin” bir parçası olarak kabul edilmesi, çok saçma bir şeydir! Bu logoyu tanımlamada en tehlikeli olan şey ise, ülkenin yöneticisinin bu sahte “kimliği” ilan ettiği törende yaptığı konuşmada dile getirdiği ifadelerdir.

Suriye'nin yeni yöneticisinin konuşmasında geçen en önemli ve en tehlikeli nokta, Suriye halkının kimliğini, İslam'dan binlerce yıl önceki medeniyetlerine dayandırmasıdır! Buna göre onların medeniyeti İslam medeniyeti değildir ve “kimlikleri” de İslam'dan kaynaklanmamakta, aksine onların ‘kimlikleri’, binlerce yıldır Şam topraklarında birbirini izleyen çeşitli medeniyetlerin ürünüdür ve bu medeniyetlerin dini, akidevi, kültürel ve hukuki “kimlikleri” dikkate alınmamıştır... Ona göre kimlik, “tarihsel coğrafi kimlik” olup İslam'ın payı, kültürü ve şeriatı ise bu kimliğin halkalarından ve bazı bileşenlerinden biri olup ne daha fazlası ne daha azıdır; bu anlamı teyit eden şey ise, İslam'ın “kimliği, kültürü, hadaratı ve şahsiyeti” olması yerine “tarih boyunca Suriye”, “onun kültürel çeşitliliği” ve “Suriye'nin kişiliği” hakkında özenle seçilen ifadelerdir. Sonra “Suriye halkı” ve “yeni kimlik” gibi ifadelerin tekrar edilmesi, Suriye halkının diğer insanların dışında “özel kimliği” olduğunu teyit etmektedir; oysa Allahu Teala ve Nebi'si Sallallahu Aleyhi ve Sellem, tüm Müslümanların insanların dışında bir ümmet olduğuna hükmetmiştir. Çünkü onların “kimlikleri” tek olup o da “İslam kimliğidir” ve "şahsiyetleri" de tek olup o da “İslami şahsiyettir”; eğer bölgelerden birinde onlar için bir devlet kurulursa, diğer tüm bölgeleri bu devlete ilhak etmek için çalışmak gerekir ki böylece tüm Müslümanlar, tek bir devletin ve tek bir bayrağın altında tek bir ümmet olsunlar.

Suriye'nin yöneticisinin konuşmasında geçen en tehlikeli terimlerden biri de “Suriye insanı” ifadesidir! Zira bu, birçok laik ve Batılı aydınların ve siyasetçilerin bile kabul etmediği en tehlikeli ifadelerden biridir. Ayrıca bu tür ifadeler, insanları ırkçı aidiyetlerine göre sınıflandıran ırkçı ve milliyetçi kişiler tarafından benimsenmektedir. Dahası bu, “üstün Aryan insandan” bahseden Nazilerin ve Tanrı'nın seçilmiş halkı İbranilerden bahseden Siyonistlerin bir ifadesidir! Peki Allah Subhanehu bir insanı Suriyeli, diğerini Lübnanlı, diğerini Filistinli, diğerini Ürdünlü ve bir diğerini de Iraklı olarak mı yaratmıştır?! Suriye’nin yöneticisi, Allahu Teala’nın şu kavlinin neresinde: إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ Müminler ancak kardeştirler.” [Hucurat 10] Ve Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlinin neresinde: يا أيُّها النَّاسُ، ألَا إنَّ ربَّكم واحدٌ، وإنَّ أباكم واحدٌ، ألَا لا فَضْلَ لِعَربيٍّ على أعجَميٍّ، ولا لعَجَميٍّ على عرَبيٍّ، ولا أحمَرَ على أسوَدَ، ولا أسوَدَ على أحمَرَ إلَّا بالتَّقْوى... “Ey İnsanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir. Şüphesiz ki sizin baba­nız da birdir. Şunu bilin ki Arap olan birisinin Arap olmayana, Arap olmayan birisinin Arap olana, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır…

Gerçek şu ki Suriye'nin yöneticisi, “devletinin kimliğinin” özelliklerini yırtıcı bir kuştan aldığını söylerken, açıkça devletinin “kimliksiz” olmasını istediğini ifade etmiş demektir. Hiçbir ülke, “kimliğini” veya “halkının kimliğini” güç, kararlılık, hız, ustalık, keskin görüş, zeki avcılık, performansında yenilikçilik, ustaca manevra, uzayda yüzme, yüksekte uçma, avcılıkta ustalık, saldırıda profesyonellik, aileyi koruma ve saf maden gibi tanımlarla tanımlamamıştır! Bilakis açıkçası; eğer Antere bin Şeddad, Hatim et-Tai ve Seyf bin Zîyezen gibi cahiliye Araplarından bu vasıfları okumuş olsaydı, bunların peygamberlerin sonuncusu Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e vahiy inmeden önce cahiliye Araplar arasında yaşayan tüm asil ve yiğit Arapların özelliklerini en doğru şekilde ifade ettiklerini görürdü. Eğer bu “kimlik” ise, o halde Allahu Teala Peygamberi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i ne için gönderdi? Peki ne için Sallallahu Aleyhi ve Sellem daha yüce ve daha izzetli “kimlik” sahibi bir devlet kurdu ve bu kimlik için, kendi kimliklerinin boş unsurlarını içlerinde barındıran Araplarla savaştı, sonra da Allah'ın yeryüzünde tek “kimliği” olan “İslami kimliği” yüceltmek için çeşitli “kimliklere” sahip devletlerle savaştı?! Yoksa Allahu Teala’nın şu kavlini unuttunuz mu: صِبْغَةَ اللهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عابِدُونَAllah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).” [Bakara 138] Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve şüphesiz dönüşümüz O’nadır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahmed El-Kasas

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER