Perşembe, 20 Safer 1447 | 2025/08/14
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Lübnan ve Bölgenin Geleceğine Dair Ballı Ama Bir O Kadar da Zehirli Sözler... Amerikan Elçisi Tom Barrack, Yahudi Varlığıyla Barış ve Normalleşme Anlaşmasını Tamamlamak Üzere Lübnan’da!

  • Kategori Lübnan
  •   |  

7 Temmuz 2025’te Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen basın toplantısında konuşan ABD’li Büyükelçi Tom Barrack, “Lübnan için bir fırsat ortamının oluştuğuna” işaret etti. Barrack, “Lübnanlılar fırsatları değerlendirmekte ustadır. Zamanı geldi, çünkü bölge değişiyor. Trump Lübnan’ın arkasında duruyor.” diye konuştu. “Herkesin yaşananlardan çok yorulduğundan’ dem vuran Barrack, “Güvenliğin Lübnan’a yatırım getireceğini, ABD Başkanı’nın barış ve refaha katkı sunma sözü verdiğini ve Lübnan’ın hâlâ bölgenin anahtarı ve Akdeniz’in incisi olabileceğini” söyledi. Ne var ki, tüm bu ballı ve tatlı sözlerin, Amerika’nın asıl hedefini gizleyen bir kılıf olduğu anlaşılıyor. Bölgeyi “tam bir kaos” olarak niteleyen Barrack, Suriye’nin bu koşullar içinde “büyük bir umuda” dönüştüğünü belirtti. Barrack, Suriye ile İsrail arasında diyaloğun başladığını ve tarafların bir anlaşmaya varmak için acele ettiğini savundu. Artık her şey gün gibi ortada! Bu, ‘Abraham Anlaşması’ olarak adlandırılan anlaşmanın Lübnan ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletilmesinden başka bir şey değil! Lübnan Cumhurbaşkanlığı’nın Amerikalı temsilciye verdiği yanıtta ise ‘kapsamlı çözüm’ vurgusu yapıldı. “Lübnan Cumhurbaşkanı, ABD elçisine ‘kapsamlı çözüm’ başlığı altında kendi önerilerini sundu. ABD elçisi ise yanıtı olumlu karşıladı; hem ‘sorumluluk sahibi’ bir adım olarak niteledi hem de Amerikan yönetiminin hedefleriyle ‘uyumlu’ olduğunu belirtti! Acaba ABD yönetimi, şu an Suriye ile Yahudi varlığı arasında yapmaya çalıştığı gibi, Lübnan ile Yahudi varlığı arasında da bir ‘barış’ anlaşması imzalatmak için mi uğraşıyor? Acaba ABD yönetimi, Lübnan ve diğer İslam beldelerindeki her türlü askeri güç belirtisini -nominal düzeyde olsa bile- ortadan kaldırmaya mı çalışıyor? Çünkü böyle bir potansiyel, onu ele geçiren herhangi bir gücün, 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı’nda kahraman mücahitlerin kısıtlı imkânlarla başardığını tekrarlamasına olanak tanıyacaktır! Sadece Lübnan’ı değil, tüm bölgeyi istila eden bu hareketliliğin en can alıcı noktası, Amerika ve Yahudi varlığının sergilediği ortak tutumdur. ‘Amerika’nın Yeni Ortadoğu Projesi’ adı altında özetlenebilecek bu tutum, sömürgeci saldırganlığın en iğrenç halidir ve Yahudi varlığını bölgenin jandarması yapmayı hedeflemektedir. Bu proje, tek bir sömürge projesidir! Bu projede onlar, tek ve ortak bir düşmandır. Ve bu proje, bir bütün olarak İslam ümmetini hedef almaktadır.

Yahudiler ve ABD’ye göre Yahudilerle barış ve normalleşme süreci, yakın coğrafyada aktif ya da pasif hiçbir güç unsurunun kalmamasını öngörmektedir. Bu tasfiye, İran partisinden Filistin kamplarındaki silahlara kadar geniş bir yelpazeyi içermektedir. Oysaki bu askeri güç, İran’ın pragmatik dış politikasına ve diğer bölgesel aktörlerin stratejik kararlarına endekslenmemiş olsaydı ve 7 Ekim 2023 öncesinde etkin bir şekilde kullanılsaydı, sahada inkâr edilemez bir stratejik fark yaratabilir ve hatta rejimlere karşı orduları harekete geçirme potansiyeline sahip olabilirdi... Fakat kapalı kapılar ardında yaşananlar, medyada yer alanlardan çok farklıdır. Örneğin ABD elçisi, dikkat çeken bir yorumda bulunarak İran partisi için siyasi bir parti tanımını kullandı ve “Hizbullah, askeri kanadı olan siyasi bir partidir ve Hizbullah’ın bir geleceği olduğunu ve bu sürecin ona karşı olmadığını anlamalıdır” dedi. Başbakan Nevaf Selam da ABD elçisiyle görüştükten sonra, ‘Hizbullah, Lübnan devletinin ayrılmaz bir parçasıdır!’ ifadesini kullandı! Lübnan Meclis Başkan Yardımcısı Elias Bou Saab’ın 6 Temmuz 2025’te El Arabiya kanalına verdiği röportajda sarf ettiği sözler de bu durumu teyit etmektedir. Bou Saab, “Medyadaki söylem, kulislerde konuşulanlardan farklıdır ve müzakerelere giden yolda sertlik yanlısı bir söylem kullanılması normaldir.” dedi. Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım da Beyrut’un güney banliyösünde Muharrem ayının 10’unu anmak için düzenlenen etkinlikte yaptığı konuşmada, perde arkasında dönen işlere işaret eden ifadeler kullandı. Naim Kasım, “Direniş, çözüm yollarından biridir…’ dedi ve aynı zamanda ‘barışa da hazırız... Çatışmaya ve savunmaya da hazırız’ ifadelerine yer verdi. Bu açıklama, tüm tarafların aslında nasıl tek bir ağızdan konuştuğunu ele veriyor. Düşmanla her görüşme öncesi savurdukları onca ateşli demeçlere, onca popülist nutuklara rağmen aslında hepsi ABD’nin kurguladığı ‘Yahudi varlığıyla barış ve normalleşme’ senfonisinin birer enstrümanıdır! ABD’nin açık desteğini arkasına alan Cumhurbaşkanı Aoun’un, Lübnan’ı adım adım bu teslimiyetçi normalleşme sürecine soktuğu apaçık ortadadır. Stratejisi iki aşamalı: Önce sınır müzakereleri bahanesiyle Yahudi varlığıyla diyaloğu başlatmak, ardından İran partisinin Litani’nin iki yakasındaki askeri varlığını tasfiye etmek... Ardından, Yahudi varlığıyla bir teslimiyet ve normalleşme anlaşması imzalanmasına zemin hazırlamak amacıyla, Lübnan Anayasası’nın 52. maddesinin yürürlüğe konulduğu yönünde bilgiler sızdırıldı. Söz konusu maddeye göre; “Cumhurbaşkanı, Başbakan’la anlaşarak anlaşmaları müzakere eder ve imzalar; ancak Bakanlar Kurulu’nun onayı olmadan bu anlaşmalar yürürlüğe girmez. Madde ayrıca, ulusal çıkarlar ve devlet güvenliği izin verdiği takdirde anlaşmaların Parlamento’ya bildirileceğini öngörüyor.” İşte bu ifade, Lübnan’daki otoritenin en tepeden itibaren nasıl bir istikamet tutturduğunun en açık göstergesidir! Kuşkusuz bu proje, Filistin davasını tasfiye etmek ve Yahudilerle süregelen düşmanlığı bitirmek demektir!

Ey Lübnan Müslümanları! Tüm çıplaklığıyla ifade ediyoruz ki, Lübnan yönetiminin, en tepesinden en alt birimine kadar, siyaset ve medya eliyle yürüttüğü bu politika, zilletin, aşağılanmışlığın, onursuzluğun anlaşmalara ve sözleşmelere ihanet eden bu saldırgan gaspçı varlığa teslimiyet ve boyun eğişin bir tezahürüdür. Müslümanların en temel davalarından birine karşı yapılan ihaneti daha yumuşak bir dille tanımlamak imkânsızdır. Lübnan yönetimi, ‘Beyrut Zirvesi kararları’, ‘Arap ittifakı’ ve hatta ‘davanın sahibi olduğunu iddia eden Filistinli örgütlerin teslimiyeti’ gibi asılsız bahanelerle bu davayı terk ederek, nihayetinde ‘ulusal çıkar’ kisvesi altında Yahudilerle ihanet dolu anlaşmalar imzalamanın peşindedir! Amerikan dış politikasının bölgedeki temel paradigmalarından biri, kendi çıkarlarını güvence altına almak amacıyla, Yahudi varlığının statüsünü konsolide etmek ve onu bölgenin entegre bir aktörü yapmaktır. Bu konuda, Arap ve Müslümanların zararlı yöneticileri de Amerika ile iş birliği içindedir. Böylece geçmişte Sedat’a atfedilen ve ‘ihanet’ olarak nitelendirilen bu politika, günümüzdeki bu rejimler için meşru ve açık bir siyasi yaklaşım haline gelmiştir!

Ey Lübnan Müslümanları! Yahudi varlığına karşı doğrultulan silahların, bizzat Amerika ve Yahudiler tarafından toplanması düşüncesi, apaçık bir günahtır. Zira Yahudilerle savaşı sürdürmek ve onlara zayiat vermek ve onlara göz açtırmamak asıldır. Cihat özellikle de Müslümanların kalbi konumundaki Şam diyarında kıyamete kadar devam edecektir. Nitekim Seleme bin Nüfeyl’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

فُتِح على رسول الله ﷺ فَتحٌ فأتيتُه فقلت: يا رسول الله سُيِّبَتِ الخيل ووضَعوا السِّلاح فقد وضَعَتِ الحرب أوزارَها وقالوا: لا قتال، فقال رسول الله ﷺ: «كَذَبُوا، الْآنَ جَاءَ الْقِتَالُ، الْآنَ جَاءَ الْقِتَالُ، إِنَّ اللهَ جَلَّ وَعَلَا يُزِيغُ قُلُوبَ أَقْوَامٍ يُقَاتِلُونَهُمْ وَيَرْزُقُهُمُ اللهُ مِنْهُمْ، حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللهِ عَلَى ذَلِكَ، وَعُقْرُ دَارِ الْمُؤْمِنِينَ الشَّامُ  Rasûlullah’a bir fetih nasip oldu. Ona varıp dedim ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Atlar salıverildi ve silah bırakıldı. Savaş artık bitti ve dediler artık savaş yok.” Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem: “Yalan söylüyorlar. İşte şimdi savaş zamanı geldi. İşte şimdi savaş zamanı geldi. Şüphesiz Allah, birtakım kavimlerin kalplerini (haktan) saptırır, müminler onlarla savaşır ve Allah da müminleri onlardan (elde ettikleriyle) rızıklandırır. Bu durum, Allah’ın emri gelinceye dek böyle devam edecektir. Ve müminlerin yurdunun merkezi Şam’dır” Bir zamanlar bir amacı olan bu silah (Lübnan ve Filistin’deki), asıl hedefini şaşırıp Lübnan ve çevresindeki kardeşlerine doğrultulduğunda, silah fikri ve taşıma amacı da çarpıtılmıştır. Öyle ki silahsızlanma fikri, bu silahların Yahudilere mi yoksa Müslümanlara mı karşı doğrultulduğu arasında bir ayrım yapılmaksızın toplumun genel talebi haline gelmiştir. Bu talebi besleyen ve ateşini daha da körükleyen en önemli etken ise, 7 Ekim 2023 öncesi ve sonrasında yaşanan kritik gelişmelerde bu silahların doğru zamanda ve gerektiği şekilde kullanılmamış olmasıdır...! Ancak tüm bunlara rağmen, Yahudi varlığı sorununa yönelik yegâne doğru çözüm, onu Filistin topraklarından ve Müslümanların kanına bulanmış elinin uzandığı her yerden zorla söküp atmaktır. Ne var ki, Filistin’i çevresindeki sömürgeci kafir Batının atadığı ve hala halkın üzerinde hüküm süren Ruveybida ve zararlı yöneticilerin kökü kazınmadıkça Yahudi varlığının kökünün kazınması hayli zor görünmektedir! İşte şimdi bu yöneticilerin, tahtlarını korumak adına onurlu Gazze halkına yardım etmenizi kaba kuvvet ve baskı yoluyla nasıl engellediklerini, gözlerinizin içine baka baka Yahudilerle temas kurma günahını nasıl işlediklerini, orduların Yahudilerle savaşma konusunda gerçek iradeye sahip olan Nübüvvet metodu üzere ikinci Hilafet’i kurmak için çalışanlara destek vermek için fiili olarak harekete geçmesini nasıl engellediklerini görüyorsunuz! Netanyahu Hilafet tehlikesini gördü, korkularını dile getirdi ve Akdeniz kıyılarında kurulmasına kesinlikle izin vermeyeceğini ve her türlü girişimi engelleyeceğini açıkladı. Ama nafile! Zira Hilafet, Allah’ın izniyle, o ve onun bekçisi uşak yöneticileri istese de istemese de Allah’ın vaadini ve Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesini gerçekleştirmek için gecesini gündüzüne katan Allah’ın kulları eliyle mutlaka kurulacaktır.

Kısacası Lübnan hükümeti ile bölgedeki, özellikle de Şam coğrafyasındaki yöneticilerin yaptıkları ve izledikleri yol, münkerdir, haramdır, Allah’a, Rasûlü’ne ve müminlere ihanettir. Bunun aksini savunanlar ya menfaatperesttir ya da üç kuruşluk dünya uğruna dinin satıp bu rejimlere dalkavukluk eden münafıktır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ إِنَّ اللهَ لَا يُحِبُّ مَن كَانَ خَوَّاناً أَثِيماً“Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” [Nisa 107] Bu ihanet ne halkın sessizliğiyle ne de yetki sahipleri ve güç odaklarının kayıtsızlığıyla geçiştirilemez! Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَراً فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ، وَذَلِكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ“Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.” [Müslim]

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi’nin Milletvekili Ziyaretleri

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi’nden bir heyet, milletvekili ziyaretleri kampanyası kapsamında Milletvekili Dr. İmad el-Hut ile Beyrut’ta bir görüşme gerçekleştirdi. Dr. Muhammed Cabir ve Mühendis Salih Selam’dan oluşan heyetin ziyareti yaklaşık bir saat sürdü. Heyet, Lübnan Parlamentosu’ndaki milletvekillerini aşağıdaki konularda tutum sergilemeye ve harekete geçmeye çağırdı:

1- Yahudi varlığının resmen tanınması projesine karşı çıkılması bir zorunluluktur. Amerikan baskıları gerekçe gösterilerek, siyasetçi ve medya çevrelerinde normalleşmeye hızla zemin hazırlanıyor.

2- Orduların, ümmet düşmanı olarak tanımlanan Yahudilere karşı güç kullanması şeran farzdır. Bu orduların komutanlarının, bu farzı yerine getirmezlerse, Batı’ya bağlı iktidarların ve Yahudi varlığını koruyan rejimlerin işbirliğiyle silahlarının ellerinden alınacağı veya yok edileceği konusunda uyanık olmaları elzemdir.

3- Herkes mezhepçilik fitnesinden ve Müslümanlar arasında bunu körükleyen veya alevlendiren unsurlardan kesinlikle uzak durmalıdır. Çünkü bu, sadece düşmanın işine yarar ve aralarındaki fıkhî ve siyasi yorum farklılıklarına rağmen Hilafet çatısı altında birleşmeleri gereken Müslümanların saflarını böler.

4- Taşıdığımız birleştirici İslam Devleti Hilafet projesinin, Müslüman olsun olmasın tüm insanlar arasında, parlamentodan siyasi toplantılara kadar her platformda açıkça dile getirilmesi bir zorunluluktur. Hizb-ut Tahrir, hiçbir tereddüt göstermeden, büyük bir coşku ve neşeyle bu projenin bayraktarlığını yapmaktadır. Çünkü bu projenin bizi ve başkalarını mevcut sıkıntıdan kurtaracak tek çare olduğuna inanmaktadır.

Ziyaretin sonunda, ümmetin hayrına olacak şekilde sürekli iletişim halinde kalınması konusunda mutabık kalındı.

Aynı heyet geçtiğimiz hafta, benzer konuları görüşmek, Lübnan halkının vekillerini sorumluluklarıyla yüzleştirmek ve özellikle de köklü çözüm önerisini ve yöneticilerden hesap sorulmasını ele almak amacıyla Milletvekili Nebil Bedir’i Beyrut’ta ziyaret etti.

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi, çözüm projesini sunmak amacıyla milletvekilleriyle temaslarına önümüzdeki günlerde de Allah’ın izniyle devam edecektir.

Devamını oku...

Devletin Kimliği Mi? Yoksa Kimliksiz Bir Devlet Mi?!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Devletin Kimliği Mi? Yoksa Kimliksiz Bir Devlet Mi?!

Peygamberimizin bi'setinin on üçüncü yılında, Yesrib'den Mekke'ye gelen Evs ve Hazrec temsilcileri, Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e yönetim, savaş ve itaat için biat ettiler. Buna göre Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, yönetimi teslim almak için onlara hicret etti. Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Medine'ye ulaşması ve yönetim ve otoritenin işlerini üstlenmesiyle, İslam akidesi temelinde ilk İslam Devleti kuruldu ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem tebaasının işlerini, daha önce çok az bir kısmı nazil olmasının ardından devletin kurulmasıyla birlikte nazil olmaya başlayan Allah'ın şeriatı ile gözetmeye başladı. Böylece dünya, yeni bir hadarat kimliğine sahip yeni bir devletle ve yeni bir yaşam tarzına sahip bir toplumla tanışmaya başladı. Hilafet Devleti döneminde doğuda Hindistan ve Çin sınırlarına, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, Endülüs tarafında ise Fransa sınırlarına kadar ulaşan bu devletin genişlemesi arttıkça, dünyanın bakışları daha güçlü bir şekilde bu devlete çevrildi. İslam hadaratının gücünden biri de, bu kadar çok sayıdaki halkları kendine çekebilmiş olmasıdır. Onlar, birçok dine, farklı kültürlere, çeşitli dillere, farklı yasalara, çok sayıda renge ve ırka sahip farklı yaşam tarzları olan halklardı. Dolayısıyla bu insanlar, neredeyse sayısız "kimlikler" arasında dağılmışlardı. Buna rağmen insan fıtratına uygun, akla kanaat veren İslam, onların hepsini tek bir potada eritmeyi başarmıştır. Nitekim onlar, İslam'a iman edip onu benimsedikten sonra, daha önceki dinlerini, kültürlerini, kanunlarını ve yaşam tarzlarını terk ettiler, hatta onlardan çoğu kendi ana dillerini bile terk ettiler ve İslam hadaratı onların eski medeniyetlerinin sayfalarını kapattı; böylece tek bir ümmet oldular, tek bir hadaratta somutlaştılar, tek bir yaşam tarzında birleştiler, tek yasama sistemi olarak İslam şeriatını benimsediler ve onların çeşitli etnik kökenleri, farklı tarihsel geçmişleri ve farklı coğrafi ve iklimsel çevreleri hiçbir engel teşkil etmedi. Dolayısıyla İslam ümmetinin olduğu tek bir ümmet haline gelmelerinin ardından tüm bu insanların kimliği sadece İslam oldu.

Onlara dünya hayatı, dünya hayatının öncesi ve sonrası, öncesinin ve sonrasının ilişkileri hakkında külli bir fikir veren, bu hayattaki varlıklarının anlamını veren, yaşamın anlamını ve amacını tasvir eden, mutluluk mefhumunu tanıtan, hayır ve şer mefhumlarını ve fiillerde güzel ve çirkin ölçülerini veren, yasa koyucuların yasalarına ihtiyaç duymamaları için bir yasa belirleyen, onların aralarını milliyetçilik, ırkçılık, dil, vatan, kabilecilik ve diğer asabiyet bağların yerine İslam kardeşliği bağıyla birleştiren İslam olup böylece Allah'ın nimeti sayesinde kardeşler olmuşlardır. Tüm bunlardan sonra İslam, kendi kimliğinden başka bir kimliğe yer bırakmamış, böylece Kureyşli, Evsli, Hazrecli, siyah, beyaz, Arap ve Acem olsun; onlardan herhangi birine kimliği hakkında sorulduğunda, “Ben Müslümanım” demişlerdir.

Batı medeniyetinin pisliği zihinlerine nüfuz edene kadar Müslümanların yüzlerce yıl boyunca taşıdıkları ve bildikleri işte bu kimliktir. Müslümanların bir kısmı Turan milliyetçiliğinin kirine bulanırken diğerleri de Arap milliyetçiliğinin kirine bulanmıştır; nitekim bunların birçoğu da yirminci yüzyılın başlarında “Türk ulusal kimliğini” yücelten bir gruba ve “Arap ulusal kimliğini” yücelten başka bir guruba bölünmüştür. İslam Devleti'nin çöküşünden ve Müslüman ülkelerin çoğunun sömürgeci kafirin işgali altına girmesinden sonra, sömürgeci “böl ve yönet” kaidesine göre İslam beldelerini, özellikle de Arap ülkelerini küçük devletçiklere bölmeye yönelmiştir. Bu yapay devletçikleri sahada pekiştirmek ve zihinlerde ve nefislerde meşruiyetlerini güçlendirmek amacıyla, her biri için yeni “kimlikler” oluşturularak, tek ‘kimliğe’ sahip olan bir ümmeti çeşitli “kimliklere” bölmeye kastedilmiştir. “Türk ve Arap kimliklerini” basitleştirdikten sonra, “Kürt kimliği” ve “Fars kimliğini” ortaya attılar, ardından Mısırlılar için “Firavun kimliği”, Suriyeliler için “Arami kimliği”, Iraklılar için “Babil kimliği”, Lübnanlılar için “Fenike kimliği”, Kürtler için “Kürt kimliği”, Tunuslular için “Kartaca Fenike kimliğini” ortaya çıkardılar, ardından da Berberiler arasında “Amazigh kimliği” dedikleri şeyi kışkırttılar. Nitekim sömürgeci kâfir, bu devletçiklerin bayraklarını ve bayraklarında bulunan sloganları ve sembolleri, her biri için “görsel kimlikler” haline getirdi, dahası bir de bunlara “işitsel kimlikler” olan milli marşları ve “tarihsel kimlikleri” ekledi; böylece her bir devlet için, İslam'ın “tarihsel kimliğinden” ayıran kendine özgü bir tarih oluşturdu ve her birini, İslam tarihinden önce ülkelerinden geçip yok olmuş medeniyetlere atfetti. Böylece “tek kimliğe” sahip olan bir ümmeti, “farklı kimliklere” sahip milletler haline getirdi ve devletler olarak adlandıran bu hapishanelerin tutsakları, eskiden kendilerini “İslam kimlikleri olan” Müslümanlar olarak tanımlarken ve İslam hadaratının olduğu tek bir hadarata ait olduklarını söylerlerken artık her biri kendilerini Suriyeli, Iraklı, Lübnanlı, Mısırlı, Filistinli veya Ürdünlü olarak tanımlamaya başladılar.

On dört yıl önce Şam'da devrim başladığında, camilerden çıkan devrimciler, gerçek “kimliklerini” ifade eden İslami sloganlar attılar ve Suriye'nin tüm halkı ve onları destekleyenler bu sloganlara katıldı ve bu uğurda canlarını, kanlarını ve mallarını feda ettiler ki bu sloganlar şunlardır: “O (Devrim) Allah İçindir, O Allah İçindir”, “La Şarkıyye La Garbiye, İlla İslamiyye, İslamiyye”, “Ebedi Liderimiz Efendimiz Muhammed'dir” ve “Halk, Allah'ın Şeriatıyla Hükmedilmesini İstiyor.” Kısa sürede ulusal ve laik başlıkları taşıyan gruplar, birbiri ardına “İslami kimliğini” ilan eden devrimci gruplara katıldılar ve hedeflerinin, Esad'ın Baas rejiminin enkazı üzerine İslam Nizamını kurmak olduğunu ilan ederek, dünyanın dört bir yanındaki birçok Müslüman gibi müminlerin merkezi Şam'da İslam Devleti'nin kurulmasının yakın olduğuna sevinen İslam beldelerinin dört bir yanından gelen mücahitleri kucakladılar. Tiranın düşüşünden sonra Şam'da otoriteyi ele geçiren grup, ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren en çok İslami siyasi projeyi savunan gruplardan biriydi; hatta İslamcı projeden saptıkları, bölgesel rejimlere bağlı oldukları veya büyük devletlerle iş birliği yaptıkları gerekçesiyle bazı devrimci grupları saldırmıştı. Ancak şok edici olan, yönetimi teslim alınca ipliğini iyice büktükten sonra onu söken kadın gibi vaatlerinden ve sloganlarından dönmesi, laik rejimi pekiştirerek ümmete düşman olan en azılı devletlere ve rejimlere dostluk beslemesi ve bunun da bu devletlerin Gazze'deki Müslümanlara karşı en korkunç katliamları işlediği bir dönemde olmasıydı. Daha birkaç gün önce, yeni Suriye'nin "görsel kimliği" diye adlandırdığı sahte kimliğini ilan ederek bizi şaşırttı. Peki bu ilanın anlamı nedir?

Şayet bu yeni sloganın ilan edilmesinde “kimlik” terimi kullanılmasaydı, daha hafif ve daha az ağırlıkta olurdu. “Kimlik” teriminin benimsenmesi boşuna gelmemiştir, bilakis son derece tehlikeli çağrışımlar taşıyarak gelmiştir. Zira Suriye halkının ve dünyadaki diğer tüm Müslümanların tek gerçek "kimliğinin" ilan edilmesinin yolunu kesmek için gelmiştir; ayrıca bu, Suriye halkının ve dünyadaki Müslümanların çoğunluğunun “kimlik” teriminin anlamını idrak edememesine dayalı olarak geçirilmiştir.

“Kimlik” çağdaş bir terim olup, “bir kişiyi veya grubu tanımlayan ve onların benzersizliğini ve benlik duygusunu şekillendiren ayırt edici özellikler, nitelikler, inançlar ve değerler” olarak tanımlanmaktadır. Şerif Cürcani, Et-Ta’rifat adlı eserinde kimliği, "Çekirdeğin ağacı içerdiği gibi gerçekleri içeren mutlak hakikat" olarak tanımlamıştır. Buna göre “devletin kimliği” şunlardan oluşmaktadır: Temeli üzerine kurulan akide, hayata bakış açısı, ait olduğu medeniyet, temsil ettiği millet, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen yasama sistemi ve insanlığa taşımış olduğu risalet. O halde bu “kimlik”, kuşlardan birinin resmiyle ifade edilemez. Daha da kötüsü, bu resimde yer alan sembollerin, zihinleri “İslami kimlikten” uzaklaştıracak şekilde anlatılmasıdır. Üç yıldız ise, 1932 yılında Fransız işgalinin yüksek komiseri Henri Bonnaud tarafından onaylanan Suriye ulusal bayrağının yıldızlarıdır. Logonun geri kalan sembolleri ise ülkenin coğrafi bölgelerini ve idari bölümlerini, yani illerini simgelemektedir! Bir ülkenin idari bölünmesinin onun “kimliğinin” bir parçası olarak kabul edilmesi, çok saçma bir şeydir! Bu logoyu tanımlamada en tehlikeli olan şey ise, ülkenin yöneticisinin bu sahte “kimliği” ilan ettiği törende yaptığı konuşmada dile getirdiği ifadelerdir.

Suriye'nin yeni yöneticisinin konuşmasında geçen en önemli ve en tehlikeli nokta, Suriye halkının kimliğini, İslam'dan binlerce yıl önceki medeniyetlerine dayandırmasıdır! Buna göre onların medeniyeti İslam medeniyeti değildir ve “kimlikleri” de İslam'dan kaynaklanmamakta, aksine onların ‘kimlikleri’, binlerce yıldır Şam topraklarında birbirini izleyen çeşitli medeniyetlerin ürünüdür ve bu medeniyetlerin dini, akidevi, kültürel ve hukuki “kimlikleri” dikkate alınmamıştır... Ona göre kimlik, “tarihsel coğrafi kimlik” olup İslam'ın payı, kültürü ve şeriatı ise bu kimliğin halkalarından ve bazı bileşenlerinden biri olup ne daha fazlası ne daha azıdır; bu anlamı teyit eden şey ise, İslam'ın “kimliği, kültürü, hadaratı ve şahsiyeti” olması yerine “tarih boyunca Suriye”, “onun kültürel çeşitliliği” ve “Suriye'nin kişiliği” hakkında özenle seçilen ifadelerdir. Sonra “Suriye halkı” ve “yeni kimlik” gibi ifadelerin tekrar edilmesi, Suriye halkının diğer insanların dışında “özel kimliği” olduğunu teyit etmektedir; oysa Allahu Teala ve Nebi'si Sallallahu Aleyhi ve Sellem, tüm Müslümanların insanların dışında bir ümmet olduğuna hükmetmiştir. Çünkü onların “kimlikleri” tek olup o da “İslam kimliğidir” ve "şahsiyetleri" de tek olup o da “İslami şahsiyettir”; eğer bölgelerden birinde onlar için bir devlet kurulursa, diğer tüm bölgeleri bu devlete ilhak etmek için çalışmak gerekir ki böylece tüm Müslümanlar, tek bir devletin ve tek bir bayrağın altında tek bir ümmet olsunlar.

Suriye'nin yöneticisinin konuşmasında geçen en tehlikeli terimlerden biri de “Suriye insanı” ifadesidir! Zira bu, birçok laik ve Batılı aydınların ve siyasetçilerin bile kabul etmediği en tehlikeli ifadelerden biridir. Ayrıca bu tür ifadeler, insanları ırkçı aidiyetlerine göre sınıflandıran ırkçı ve milliyetçi kişiler tarafından benimsenmektedir. Dahası bu, “üstün Aryan insandan” bahseden Nazilerin ve Tanrı'nın seçilmiş halkı İbranilerden bahseden Siyonistlerin bir ifadesidir! Peki Allah Subhanehu bir insanı Suriyeli, diğerini Lübnanlı, diğerini Filistinli, diğerini Ürdünlü ve bir diğerini de Iraklı olarak mı yaratmıştır?! Suriye’nin yöneticisi, Allahu Teala’nın şu kavlinin neresinde: إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ Müminler ancak kardeştirler.” [Hucurat 10] Ve Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlinin neresinde: يا أيُّها النَّاسُ، ألَا إنَّ ربَّكم واحدٌ، وإنَّ أباكم واحدٌ، ألَا لا فَضْلَ لِعَربيٍّ على أعجَميٍّ، ولا لعَجَميٍّ على عرَبيٍّ، ولا أحمَرَ على أسوَدَ، ولا أسوَدَ على أحمَرَ إلَّا بالتَّقْوى... “Ey İnsanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir. Şüphesiz ki sizin baba­nız da birdir. Şunu bilin ki Arap olan birisinin Arap olmayana, Arap olmayan birisinin Arap olana, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır…

Gerçek şu ki Suriye'nin yöneticisi, “devletinin kimliğinin” özelliklerini yırtıcı bir kuştan aldığını söylerken, açıkça devletinin “kimliksiz” olmasını istediğini ifade etmiş demektir. Hiçbir ülke, “kimliğini” veya “halkının kimliğini” güç, kararlılık, hız, ustalık, keskin görüş, zeki avcılık, performansında yenilikçilik, ustaca manevra, uzayda yüzme, yüksekte uçma, avcılıkta ustalık, saldırıda profesyonellik, aileyi koruma ve saf maden gibi tanımlarla tanımlamamıştır! Bilakis açıkçası; eğer Antere bin Şeddad, Hatim et-Tai ve Seyf bin Zîyezen gibi cahiliye Araplarından bu vasıfları okumuş olsaydı, bunların peygamberlerin sonuncusu Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e vahiy inmeden önce cahiliye Araplar arasında yaşayan tüm asil ve yiğit Arapların özelliklerini en doğru şekilde ifade ettiklerini görürdü. Eğer bu “kimlik” ise, o halde Allahu Teala Peygamberi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i ne için gönderdi? Peki ne için Sallallahu Aleyhi ve Sellem daha yüce ve daha izzetli “kimlik” sahibi bir devlet kurdu ve bu kimlik için, kendi kimliklerinin boş unsurlarını içlerinde barındıran Araplarla savaştı, sonra da Allah'ın yeryüzünde tek “kimliği” olan “İslami kimliği” yüceltmek için çeşitli “kimliklere” sahip devletlerle savaştı?! Yoksa Allahu Teala’nın şu kavlini unuttunuz mu: صِبْغَةَ اللهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عابِدُونَAllah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).” [Bakara 138] Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve şüphesiz dönüşümüz O’nadır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahmed El-Kasas

Devamını oku...

Erdoğan ve Parçalanmış Kimlik!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Erdoğan ve Parçalanmış Kimlik!

Haber:

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan şunları söyledi: “Bugün büyük ve güçlü Türkiye'nin şafağı söküyor. Dün itibarıyla 47 yıllık terör belası inşallah sona erme sürecine girmiştir.Bugün unutmayalım, yeni bir gündür. Bugün tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Bugün büyük Türkiye'nin, güçlü Türkiye'nin, Türkiye yüzyılının kapıları ardına kadar aralanmıştır.” Ve şöyle ekledi: “Unutmayalım, gönüller bir olunca sınırlar ortadan kalkar. İşte ilk adım olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bir komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını Meclis çatısı altında konuşmaya başlayacağız.” Ve şunları vurguladı: “Kaynaklarımızı terörle mücadele için değil, kalkınma için, refah için, müreffeh ve muzaffer bir Türkiye için seferber edeceğiz. Türkiye kazanmıştır. Türk, Kürt, Arap, 86 milyon her bir vatandaşımız kazanmıştır.

Siyasetçiler ve gözlemciler, Irak'ın Süleymaniye kasabası yakınlarındaki Kazin arkeolojik mağarasında düzenlenen sembolik silah yakma törenine katılmak için bir araya geldiler; zira silahlı gruptan kadın ve erkekten oluşan yaklaşık 30 kişi, silahlarını büyük bir kazana koydu ve daha sonra ateşe verdi. Kürdistan İşçi Partisi militanları yaptıkları açıklamada, (demokratik politikalar ve yasal araçlar) yoluyla “özgürlük için mücadeleyi” sürdürecekleri yönündeki kararlılıklarını açıkladılar.

Kürt lider Öcalan, Türkiye parlamentosuna, özellikle 1978'de Öcalan tarafından kurulan ve Türkiye'nin güneydoğusunda bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla onlarca yıldır Türk devletine karşı savaşan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile daha geniş bir barış sürecini yönetmek üzere bir komisyon kurulması çağrısında bulunmuştu.

Yorum:

Erdoğan’ın, “Bugün tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Bugün büyük Türkiye'nin, güçlü Türkiye'nin, Türkiye yüzyılının kapıları ardına kadar aralanmıştır” şeklindeki sözleri, milliyetçi bağın temsil ettiği ırkçılığın, Türk unsurunun övülmesinin, Türk kimliğine odaklanılmasının, Arap ve Kürt gibi diğer etnik unsurların göz ardı edilmesinin, Müslümanlar arasındaki bağın rasyonel değil içgüdüsel temeller üzerine kurulmasına yol açacağına, güçlendirilmeye çalışılan devletin sadece Türklerin devleti olduğuna, diğerlerinin ise ikinci sınıf olduklarına ve onların Türklere sadık olmaları gerektiğine delalet etmektedir; -şüphesiz- bu, Anadolu'da yaşayan etnik gruplar ve bileşenler arasında bitmeyen bir çatışmayı beslemektedir.

Böylece Kürtlere yönelik milliyetçilik sorunu kesin olarak çözülmemiştir; zira onlar, kendilerine Türklere davranıldığı gibi davranılmadığı için, hâlâ demokratik politikalar ve hukuki yollarla özgürlük mücadelesini sürdürmekte ısrar ediyorlar; çünkü birinin diğeri üzerindeki hegemonyasının gölgesinde milletler eşit olamazlar.

Bu açıdan bakıldığında Kürtler, Türk olmadıklarından dolayı ikinci bir millet olarak nitelendirildikleri için Türk toplumuna asimile olmayı reddediyorlar; Türkiye'de yaşayan Araplar da, Türk değil de Arap olmalarından dolayı aynı şekilde Erdoğan'ın tek bir Türk devletinin herkes için vatan olması önerisine uyum sağlayamıyorlar.

Şerî açıdan doğru olan, Erdoğan'ın Türk kimliği fikrini benimsememesi ve bunun yerine İslam kimliğini benimsemesi, Türk ırkına sahip bir devletin diğer tüm milliyetler üzerinde egemen olması çağrısında bulunmaması, aksine Türk, Kürt ve Arap ayrımı yapmadan herkesi eşit olarak kucaklayan İslam bağı fikrini ortaya koymasıdır. Zira İslam akidesi, Kürt, Türk veya Arap olsun tüm Müslümanların akidesi olup Müslümanlar arasında takvadan başka bir fark yoktur; zira ölçü, milliyetçilik değil takva olduğu gibi temel olan da akide olup cahiliye duygusuna sahip milliyetçilik bağı değildir.

Erdoğan'ın büyük Türk devleti kurma çağrısı cahiliye çağrısı ve boş bir iddiadır; bu yüzden onu, kendisinden bir nizamın fışkırdığı bir akide olan İslam bağı ile değiştirmesi gerekir.Zira doğru olan tek bağ, hayvani içgüdülere ve hayvani açlıklara dayalı cahiliye ve düşük milliyetçilik bağına tutunmak değil, fıtrata uygun ve akla dayalı İslam akidesine mebni olan bağdır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahmed El-Hutvânî

Devamını oku...

Laik Sistem Var Oldukça Değerlerimize Saldırılar Bitmeyecektir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Laik Sistem Var Oldukça Değerlerimize Saldırılar Bitmeyecektir!

Haber:

Haftalık mizah dergisi Leman, 26 Haziran 2025 tarihli sayısında hadsiz bir karikatüre yer verdi. Dergide yer alan karikatürde, çatışma ve yıkım ortamında resmedilen sahnede Hz. Muhammed, “Selamün aleyküm, ben Muhammed” ifadeleriyle çizilmiş; buna karşılık Hz. Musa, “Aleyhem şalom, ben de Musa” yanıtını vermiş şekilde betimlendi. Karikatürün kamuoyunda büyük bir tepkiyle karşılanması sonrası İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı konuyla ilgili soruşturma başlattı ve derginin ilgili sayısı hakkında toplatma kararı verildi. (Ajanslar – 30.06.2025)

Yorum:

Leman Dergisi, Müslümanların salavat getirmeden ismini anmadığı, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i ve Musa Aleyhisselâm’ı çirkin bir şekilde karikatürize ederek haddini iyice aştı.

Mesele sosyal medyada gündem olunca Müslümanlar akın akın derginin bulunduğu Taksim’deki İstiklal Caddesi’ne yürümeye başladılar ve büyük bir öfkeyle tepkilerini gösterdiler. İçişleri Bakanlığı hemen harekete geçerek çirkin karikatüre dahli bulunanları gözaltına aldı. Ters kelepçeyle, yaka paça, çıplak ayak emniyete götürülen İslam düşmanlarının bu görüntüleri, bir nebze olsun Müslümanların göğüslerini ferahlattı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bakanlar ve siyasiler Peygamberimize sevgi ve bağlılık içeren paylaşımlar yaptılar. Müslümanların öfkesi, iktidar yetkililerinin sakinleştirici açıklamaları eşliğinde yatıştırıldı. Daha sonra, bu necis fiile imza atanlar tutuklanarak cezaevine gönderildi. Fakat sadece bu kadar. Ötesi yok. Zira Peygamberin getirdiği nizamı hayattan kovan mevcut hukuk sistemi sadece bu kadarına izin vermektedir.

Bu sistemde Mustafa Kemal’i koruma kanunu var, Cumhurbaşkanı’na hakareti cezalandıran özel kanun var. Lakin Müslümanların en büyük değeri ve rehberi olan Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i koruyan özel bir kanun yok. Zaten olması da beklenemez. Zira devletlerin anayasa ve kanunları benimsedikleri ideolojiye göre belirlenir. Allah’a ve Rasulüne muhalefeti resmî ideoloji hâline getirmiş seküler bir yönetim sisteminde din, sadece kişiyle Rabbi arasına sıkıştırılan bir vicdan ilişkisidir. Toplumsal ilişkilere kesinlikle yön veremez. Yön vermesini istemek, buna çağırmak, bunun için siyasi parti kurmak yine Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre suç kabul edilmektedir.

Dolayısıyla bu esasî zaviyeden bakıldığında, iktidar sahiplerinin Peygamberi savunma açıklamaları sadece duygusal bir tepki ve altı doldurulamayan bir iddiadan ibaret kalmaktadır.

Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُر۪يدُونَ اَنْ يَتَحَاكَمُٓوا اِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ اُمِرُٓوا اَنْ يَكْفُرُوا بِه۪ۜ وَيُر۪يدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَع۪يدًا

“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğût’u tanımamaları kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisâ 60)

Hatta bu tür söylemler çoğu zaman, Müslümanların duygularını istismar etmeyi amaçlayan gayriahlâkî bir motivasyon taşımaktadır. Bunun en somut örneğini, Fransa’da 2015 yılında Charlie Hebdo Dergisi’nin çizerlerinin öldürülmesi sonrası Paris’te düzenlenen cenaze törenine Türkiye’den dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti adına katılmasıdır. Unutulmayacak bir utanç vesikası olarak tarihe kaydedilen bu tablo, Müslümanların zihninden asla silinmeyecektir.

Dolayısıyla sözüm ona muhafazakâr demokrat yöneticilerin Peygamberimizi ve İslam’ı sevip savundukları iddiası, kendilerini ve ümmeti avutmaktan başka bir şey değildir. Onların asıl sevgisi, asıl bağlılıkları oturdukları koltuklara ve bu koltukları kendilerine bahşeden Batılı dostlarına ve Batı menşeli laik sistemedir. Yaşadığımız onca ibretlik vakıa, maruz kaldığımız onca ihanet, hayatımızın her yanını kuşatan demokratik ifsat bunun kanıtıdır.

Peygamberin getirdiği dinin hayattan kovulması; Peygamberin en önemli emanetlerinden olan Mescid-i Aksa’nın, Haşim’in Gazze’sinin ve bir bütün olarak Mübarek İsra ve Miraç topraklarının bu yöneticilerin gözlerinin önünde Haçlı-Siyonist ittifakının işgal ve katliamına terk edilmesi, Peygamberimize ve değerlerimize yapılan en büyük hakaretlerdendir.

Bu karikatürleri çizen ve savunan laik, Kemalist, komünist, ateist bilcümle İslam düşmanı köksüz zihniyete gelince; onlara söylenecek söz, mutlaka yenilecek ve cehenneme sürülecek olmalarıdır. Zira Allah Azze ve Celle, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i âlemlere rahmet olarak göndermiş ve onun şanını yüceltmiştir. Ona saldıran, hakaret edenleri ise dünyada ve ahirette alçaltmıştır. Bu, değişmeyecek ilahî bir kuraldır.

Son söz şudur: Allah’ı, Rasulünü ve müminleri sevdiğini düşünen her Müslüman, aziz dinimizi korumayı, tatbik etmeyi ve bir hidayet olarak âleme taşımayı ideolojisinin esası kılacak olan İslami Hilafet Devleti’ni ikame etmek için çalışmaya koyulmalıdır. Aksi halde, küresel küfür sistemine göbekten bağlı olan mevcut laik sistem var oldukça, değerlerimize saldırı bitmeyecektir.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’ şöyle buyurmaktadır:

لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَالِدِهِ وَوَلَدِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ ‏
“Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
[Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9)]

 
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhammed Emin Yıldırım

Devamını oku...

Bayağılığa Destek Olmak: Rejimler İçin Bir Can Simidi Mi, Yoksa Onları Dibe Batıracak Bir Taş Mıdır?

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Bayağılığa Destek Olmak: Rejimler İçin Bir Can Simidi Mi, Yoksa Onları Dibe Batıracak Bir Taş Mıdır?

Her yerde gözlemlediğimiz, hızla yayılan bayağılığın (futbolcuların, şarkıcıların, dansçıların, önemsiz kişilerin, ahlaksızların yüceltilmesi ve onlara büyük paralar harcamak, onları yıldız, rol model ve bir ideal haline getirmek) bir tesadüf, önceden takdir edilmiş bir kader ya da hayalet elektronik iletişim dünyasının doğal bir sonucu olmadığı, aksine insan şeytanlarının gece gündüz kurdukları plan ve tuzakların bir sonucu olduğu artık hiç kimse için bir sır değildir. Nitekim bu alanda bu hususu teyit eden, dahası bunu teorileştiren ve insanları kontrol etmek, onları baştan çıkarmak, meşgul etmek ve benzerlerini yapmak için temeller ve mekanizmalar ortaya koyan birçok yazılar yayınlanmıştır...

Bu durum (bayağılığın yayılması ve üretilmesi) sadece üçüncü dünyayla sınırlı değildir, aksine küresel bir olgu olup hiçbir ülke bundan hali değildir; bu da bu planın yerel değil, aksine küresel olduğuna ve bu işi idare edenin tek bir el olduğuna, geriye kalanların ise gerek ikna gerekse zorlama ile onun arkasından yürüdüğüne açıkça delalet etmektedir.

Bu baştan çıkarmadan kastedilenin şu iki temel husus olduğu da tartışılmazdır:

1- İnsanları siyasetten, yöneticileri ve rejimleri eleştirmekten, tüm ciddi meselelerden ya da gerçek bir değişim gerçekleştirebilecek her şeyden uzaklaştırmak, böylece gerek rejimlerin istikrarını gerekse yöneticilerin ve derin devletin tahtlarının istikrarını korumak.

2- Küresel ekonominin çarklarını kontrol eden büyük şirketleri daha da zenginleştirmek için insanları, kontrolsüz ve haksız bir şekilde daha pervasız bir tüketime sevk etmek.

Soru şudur: Bu şekilde bayağılığı yaymak, talep edilen maksadı gerçekleştiriyor mu?

İkinci noktaya gelince; cevap, büyük olasılıkla evettir; zira kadın veya erkek bir influencer’ın (etkili kişi) belirli bir ürünün reklamını yapması yeterlidir; çünkü ister ürün gerçekten yararlı olsun ya da olmasın, ister influencer’ın söyledikleri doğru olsun ya da olmasın ürün için siparişler yağmur gibi yağacaktır. Nitekim insanlar arasında formalitelere ve “trend” ya da “elitlerin” üzerinde hemfikir olduğu belirli bir görünüme sahip olma konusunda hummalı bir yarış olduğu açıktır!Bu açıdan bayağılık, insanların düşünme ve ayırt etme yetisini felç ettiği gibi karar alma yetisini de felç etmiş ve bunun yerine sürü psikolojisi denilen şeyi getirmiştir; örneğin ben insanların satın aldığı şeyleri ihtiyacım olduğu için değil insanlar öyle yaptığı için, ya da beğendiğim bir influencer öyle yaptığı için, ya da o şeye sahip olmak beni belirli bir sosyal sınıfa ait hissettirdiği için satın alıyorum ki giysiler, ayakkabılar, çantalar, restoranlar, seyahatler ve markalar da aynı şekildedir; yani satın alma veya harcama kararlarını harekete geçiren pratik ihtiyaçlar değildir, dahası etkili olsa bile bu etki çok azdır; ancak kişinin karar almasını etkileyen temel faktör “bayağılık” baskısıdır.

Peki ilk nokta nedir?

“Bayağılığın” insanlar arasında, siyaset ve yönetim işlerine karşı bir nefret oluşturduğu kesindir; zira işlerle meşgul olmak şüphesiz büyük bir ciddiyeti, düşünceyi ve mücadeleyi gerektirdiği gibi bir de bunun bedeli vardır; zira kişinin maddi sıkıntıya düşmesine, tutuklanmasına ve benzerlerinin olmasına yol açabilir... Dolayısıyla bu işler, birincil ve tek kaygısı içgüdüler, gülmek ve eğlenmek olan birinin meşgul olabileceği konular değildir. Ancak sorun şu ki bu “bayağı” insan örneklerin yoğun bir şekilde üretilmesi, toplumun devamlılığı, ilerlemesi ve genişlemesi için ihtiyaç duyduğu enerjiden mahrum kalmasına neden olmaktadır. Zira toplumların kalkınması için bilim adamlarına, düşünürlere, doktorlara, mühendislere ve araştırmacılara ihtiyacı olduğu gibi düşmanlarla savaşmak, planlar yapmak ve komplolara karşı koymak için de ordularda cesur adamlara ve vatanlarını ve ailelerini korumak için en değerli şeylerini feda etmeye hazır adamlara ihtiyacı vardır. Eğer insanlar bayağı bir konuma getirilirse, bu görevleri kim üstlenecek?

Bayağılığa ek olarak boyun eğen ve hiçbir değeri olmayan insanlar olduğu gibi büyük bir saldırganlığa sahip olan insanlar da vardır ve bu gözlemlenen bir gerçektir. Bayağılığın yaygın olduğu toplumlarda suç ve toplumsal vahşet de yan yana olur; çünkü bayağılık, en önemsiz nedenler için bile savaşmaya hazır olduğu gibi para hırsı, futbol takımlarının galibiyeti, mahallelerinin çocuğunun başarısı ya da onlardan birisi kendi statüsüne yakışır bir şekilde davranmadığı için herhangi bir bayrağın altında kanlı çatışmaya, yıkıma ve tahribata sürüklenmeye de hazırdır… Bu da güvenlik güçlerinin sayısının ve kapasitesinin artırılması gerekliliği, isyan eylemleri sonucu ortaya çıkan maddi kayıplar ve hasarlar, cezaevleri inşa etme ve tutukluların bakımını sağlama maliyetleri açısından toplumlara ek bir yük getirmektedir.

Toplumların inşa edilme ve kalkınması için mutlaka toplumun tüm bireylerinin bilinçli, eğitimli ve ciddi olması gerekmediği, dolayısıyla bu özelliklere sahip seçkin bir grubun bulunması ve bu seçkin grubun iktidarı ele geçirerek işleri düzeltmesi yeterlidir denilebilir. Ancak dikkat edilmesi gereken şey, bayağılığın bulaşıcı ve baştan çıkarıcı bir özelliğinin olduğudur; dolayısıyla bayağılığın ve rahatlığın, toplumun yeniden kalkınması için güvenilen seçkinler de dahil toplumun tüm sınıflarına sızmayacağının garantisi yoktur; bu da zamanla salih ıslahçıların stoklarını tüketecektir ki bu da gözlemlenen bir gerçektir. Sorunların acısını çeken ülkelerde asıl olan, insanların siyasi çalışmaya katılımlarının yüksek olması gerektiğidir; çünkü tüm insanlar değişime ilgi duymaktadırlar; oysa gerçek tam tersidir: zira partilere, sendikalara, siyasi çalışma yapan örgütlere katılanların sayısı sürekli azalmaktadır.

Birisi çıkıp meselenin siyah ve beyaz gibi olmadığını, bayağılığın müptelası olan herkesin tamamen umutsuz olmadığını söyleyebilir; zira kişi geceleri özel hayatında, bayağı ve kaygısız olurken gündüzleri ise çalışırken ciddi ve ısrarcı olabilir ve bu ise özellikle Batı'da gözlemlenmektedir. Zira insanlar geceleri veya tatillerinde eğlenip sefahat içinde yaşarlarken sabah olunca veya tatilleri bitince de işlerine tüm ciddiyetle sarılabilir ki bu, zararsız bir bayağılıktır.

Ben de diyorum ki, evet, bu doğru gibi görünebilir, ancak Batı'nın durumuna vakıf olan birisi, bayağılığın büyük oranda genişlediğini, Batı'daki gençlerin büyük bir kısmının bayağılık akımına kapılarak toplumlarına yük haline geldiğini, yüksek öğrenim görmekten vazgeçtiğini, hatta çalışmaktan bile vazgeçtiğini, uyuşturucu tüketimiyle meşgul olduğunu, özellikle de güçlü etkisi olanlar dahil uyuşturucu tüketiminin yasallaşmasıyla bunun yaygınlaştığını, elektronik oyunlarla ya da sanat denen şeyle saatlerce vakit geçirdiklerini ve gençlerden birçoğunun, organize suç ve uyuşturucu ticaretiyle uğraşan mahalle çetelerine katıldığını bilir. Yine bilgi sahibi bir kişi, Batı'da yüksek öğrenim belgeleri almış ve bugün bilimsel rönesansın yapısını inşa edenlerin büyük bir kısmının üçüncü dünya ülkelerinden geldiğini, Batı'nın bizzat acısını çektiği eksikliklerini örtmek için bu kişileri kendine çektiğini ve şayet bu çekim olmasaydı Batı ülkelerinin bilimsel açıdan yükselen ülkelerin gerisinde kalacağını da bilir.

Birisi gelip sözde bayağılığın özünde kişisel özgürlüğün olduğunu, herhangi birinin insanların kendi paralarıyla veya boş zamanlarında istediklerini yapmalarını engelleyemeyeceğini ve bayağılığı kınamanın ise, insanları kısıtlamak ve toplumu kendi algılarına göre şekillendirmek isteyen İslami referansa sahip olanların tekelinde olduğunu söyleyebilir.

Cevap: Daha önce de belirttiğimiz gibi bayağılığın yayılması sadece insanların kişisel özgürlüklerini kullanması anlamında değildir, aksine dediğimiz gibi insanları meşgul etmek ve dikkatlerini dağıtmak için planlanmış bir eylemdir. Zira gayrimüslimler de dahil olmak üzere akil olan düşünürler bunu kınıyorlar ve onun tehlikelerine karşı uyarıyorlar. Nitekim bayağılığın yayılmasını kınayan ve modern toplumlarda yaygınlaşmasını eleştiren düşünürler arasında, bu konuyu felsefi, sosyal, medya veya eğitimsel açıdan ele alan birçok önemli isimlerin olduğunu görmekteyiz. Şimdi onlardan bazılarını zikredelim:

1- Max Horkheimer (1895-1973) ile birlikte “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabını telif eden Theodor Adorno (1903-1969); popüler kültürün tarafsız olmadığı, aksine sermayenin ve siyasi kontrolün çıkarlarına hizmet eden "programlanmış" bir kültür olduğu, ayrıca onun bir hegemonya aracı haline geldiği, insanları eğlendirdiği, bilinçlerini uyuşturduğu ve onları pasif tüketicilere dönüştürdüğü uyarısında bulundukları gibi kitleleri uyuşturan ve eleştirel düşünmelerini engelleyen önemsiz içerikler üreten "kültür endüstrisinin" de eleştirmişlerdir. “İnsanların, değişim arzusu olmadan gerçekliği olduğu gibi kabul etmelerini sağlamaktadır."

2- Neil Postman (1931-2003) “Amusing Ourselves to Death” (Kendimizi Ölümüne Eğlendirmek) kitabında; medya organlarının ciddi bilgi pahasına yüzeysel eğlence araçlarına dönüştüğünü, dolayısıyla siyaset, eğitim, din ve kültürün artık ciddi tartışma konusu olmaktan çıkıp eğlence amaçlı “tiyatro gösterileri” haline gelmesini eleştirmiş ve şöyle demiştir: “Biz baskıdan değil, gülmekten öleceğiz.” “En büyük tehlike bizi okumaktan alıkoyanlarda değil, bizi okumak istememeye yöneltenlerdedir.” 

3- Pierre Bourdieu (1930-2002): “Televizyon ve Zihin Kontrolü Mekanizmaları” adlı kitabında, televizyonun “sembolik bayağılığı” pekiştirdiğini ve yüzeysel ve kitleleri çeken yüzler lehine ciddi entelektüel elitleri dışladığını ifade ederek şöyle demiştir: “Televizyon söylenmemesi gereken şeyleri söylememezlik yapmıyor, aksine söylenmesi gereken şeylerin söylenmesini engelliyor.”

4- Alain Deneault (1970), “La Médiocratie” (Vasatlığın İktidarı) kitabının sahibidir; kitapta, siyaset, ekonomi, medya ve eğitim alanlarında başarı kriteri olarak yetkinlik veya ahlak yerine (sıradanlığın/bayağılığın) yükselişinden bahsetmekte olup kitabında şöyle demektedir: Bizler, sıradanlığın (bayağılığın) sadece marjinal bir olgu olmaktan çıkıp mütekamil bir sisteme dönüştüğü, yetkinliğin başarı ölçüsü olmadığı, aksine itaat etme yeteneğinin, eleştirel düşünmemenin ve “oyuna” entegre olmanın ölçüsü haline geldiği bir asırda yaşıyoruz; zira toplumun üzerine, sistemi tehdit etmediklerinden, aksine onu pekiştirmelerinden dolayı ilerlemiş bayağı kişiler hakim olmuştur; bayağılık ise siyaset, ekonomi, medya ve hatta eğitim ve bilimsel araştırmada bile “başarı için bir şart” haline gelmiştir.

5- George Orwell (1903-1950), “1984” romanında yumuşak diktatörlüğü kınayarak şöyle demiştir: İnsanların bilincini dil ve kültür yoluyla yeniden şekillendirebiliyorsanız, fiziksel baskıya gerek yoktur.

6- Aldous Huxley (1894-1963), 1932 yılında yayınlanan ve 1958 yılında revize edilen “Cesur Yeni Dünya” (Brave New World) romanında; en büyük tehlikenin artık “katı diktatörlükten” değil, aksine tüketim, medya organları, zevk bağımlılığı ve organize bayağılık gücüne dayalı yumuşak diktatörlükten kaynaklandığını düşünüyor ve romanda şöyle diyor: "Tiranlar, bizler gülüp kısıtlamalara doğru sürüklenelim diye şiddetle değil, aksine bizleri oyalayarak kontrol edeceklerdir.”

O halde bu bayağılığa çılgınca çağrıda bulunmayı kınamak İslamcıların uzmanlık alanı değildir; ancak aklı başında ve gayretli herkesin bunu kınamaktan ve ona karşı uyarmak için alarm zillerini çalmaktan kendini alması imkansızdır. Eğer bu Batılılar, ülkelerinin gelişmiş olmasına, kişisel özgürlükler fikrine inanmalarına ve bu uygulamaların çoğunun inançlarına aykırı olmamasına rağmen, buna kınıyorlarsa, o halde biz ne yapmalıyız?

İslam beldelerimiz için felaket iki kat daha fazladır ki bunun birkaç nedeni vardır:

1- Ülkelerimizin bilimsel ve sanayi olarak geri kalmış durumda olup sıralamanın en gerisinde olması; böyle bir durumda olan kimsenin, asıl olarak bayağılıkla meşgul olmak yerine çalışmak için kolları sıvaması gerekir.

Ülkelerimiz zayıf ve ihlal edilmekte olup düşman onlara saldırmakta ve savaş sanayindeki muazzam teknik ilerleme farkı sonucunda neredeyse onu püskürtecek kimseyi bulamamaktadır; böyle bir durumda olan kimsenin, asıl olarak önemsiz şeylerle meşgul olmak yerine kolları sıvaması ve bize istediği şeyi yapsın diye işi Batı'ya terk etmemesi gerekir.

2- İnsanların kendisiyle meşgul olduğu bu bayağılığın çoğu haramlardan olup mubah olan bir eğlence değildir; dolayısıyla bunlarla meşgul olmak haramdır ve sahibini kıyamet gününde cezaya maruz bırakır; böylece sahibi nefsinde, dünyanın zilletini ve aşağılanmışlığını, ahiretin ise rüsvaylığını toplamış olur.

Bu rejimlerin iktidar sütunlarını pekiştirmek için bayağılığı yaymak bir suçtur, hem de nasıl bir suç; zira o zalimler, insanlara zulmetmek ve onların kaynaklarını yağmalamakla yetinmediler, aksine bir bütün olarak toplumları yozlaştırmaya, baştan çıkarmaya ve oyalamaya çalışıyorlar, bunun için de, acısını çektikleri yoksulluk ve sefaletin gölgesindeki insanların en çok ihtiyaç duyduğu en değerli paraları harcıyorlar; tüm bunları da iktidarlarını pekiştirip sürdürmek ve hiç kimse onların iktidarını bozamaması için yapıyorlar. Oysa eğer akletmiş olsalardı, insanları iyi bir şekilde gözettikleri takdirde insanların onları göğüsleriyle koruyacaklarını, onları koltuklarında tutacaklarını, kendilerine ve tebaalarına iyiliğin galip geleceğini, ondan kendi ihtiyaçlarına yetecek kadarını, hatta daha fazlasını alacaklarını ve Allah'ın yarattıklarına zulmetmelerine, onları ifsat edip ayartmalarına ihtiyaç duymayacaklarını bilirlerdi.

Zulüm, tek bir kişiyi etkilediğinde, mazlumun tövbe etmesi ve özür dilemesiyle telafi edilebilir; ancak geniş kitleleri, hatta ardışık nesilleri etkilediğinde, işte o zaman etkisi yıkıcı olur. Bu bayağı adam, kendisi gibi bayağı bir kadınla evlenip ikisi de yeterli eğitim almamış ve günlerini de yararsız şeylerle geçiriyorsa, onların neslinden ne beklenebilir ki? Zira onlara hangi değerleri aşılayacaklar? Toplumun, onların nesillerini ıslah etmek için yüklendiği külfet ne olacak?

Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنَّ الَّذِينَ يُحِبُّونَ أَن تَشِيعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذِينَ آمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” [Nur 19] Ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur: إنَّ اللهَ يُحِبُّ مَعاليَ الأخلاقِ، ويَكرَهُ سَفْسَافَهاŞüphesiz Allah, yüce ahlakı sever, kötü ahlaktan ise nefret eder.” [Hakim, Sehl bin Sa'd es-Sâ'idi kanalıyla Müstedrek'te tahric etti ve Albani, Sahihu'l-Cami'de sahihledi.] Ömer İbn Hattab Radıyallahu Anh’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sizden herhangi birinin, ne dünya işinde ne de ahiret işinde boş durmasını ve tembellik etmesini görmekten nefret ediyorum.”

Bayağılık, her ne kadar kendilerine öyle gibi görünse de yöneticiler için bir can simidi değildir. Dolayısıyla onu bir kurtuluş yolu olarak görmek, korkunç bir dar görüşlülüğün kanıtıdır. Çünkü bayağılık, insanların dikkatini bir an için onlardan uzaklaştırsa da, ancak onların iktidarının temellerini oyup güç noktalarını tek tek vuracaktır; ta ki iktidarları onların başlarına yıkılana ya da bir saldırgan saldırdığında hiçbir güç kalmayana kadar. Böylece direnmeden düşmanına teslim olur ki işte o zaman bir kaçış da yoktur.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhammed Abdullah

Devamını oku...

Ne Üzerinde Birleşeceğiz?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Ne Üzerinde Birleşeceğiz?

Haber:

Eski Katar başbakanı ve dışişleri bakanı Hamad bin Casim, X platformunda bir tweet yayınlayarak şunları söyledi:Daha önceki tweetimde de belirttiğim gibi, bölgede son zamanlarda yaşananların birtakım sonuçlarının olacağı açıktır.Bu sonuçlar çeşitli yönlerde gerçekleşecek olup bunların arasında kardeş Suriye gibi bazı ülkelerin bölünmesi veya bu bölgeye uzun yıllar boyunca ağır bedeller ödetecek bir durumun dayatılması gibi planlar da yer almaktadır.Daha önce de söylediğim gibi, tüm bu sonuçların neticesinde ilk zarar görecek olanlar Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri olacaktır; bu nedenle bu gelişmeler ve sonuçlar konusunda kendi aralarında tek ve net bir vizyon üzerinde anlaşmaları gerekiyor.

Yorum:

Hamad bin Casim ve diğerleri, ister bölgedeki bölünme planları, ister Filistin meselesinin tasfiyesi, isterse diğerleri olsun bölgenin karşı karşıya olduğu tehlikelerin farkındadır ancak bu planları altüst edecek ve onları daha baştan yok edecek köklü çözümler düşünemiyor.Ülkesi bu planların ayrılmaz bir parçasıyken bunu nasıl yapabilir ki?!

Nitekim o sözlerine şöyle devam ediyor: “Her zaman Körfez Birliği'nin gerekliliğine inanmış olsam da ancak ben, mevcut koşullar altında bu birliğin devam edebilmesi için, birlik üyeleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların çözümü ve kuruluş sözleşmesinin maddelerinin yorumlanmasında güç kelimesinin değil, kanun kelimesinin hakim olması gerektiğini düşünüyorum.”

Dolayısıyla o, Müslüman ülkeleri Batı'nın bekçileri tarafından yönetilen kantonlara bölen Sykes-Picot sınırlarının mantığından hareket etmekte olup onu rahatsız eden şey ise, kendi ifadesiyle, üye ülkeleri iç işlerine müdahale edilmesinden korumak için bölünmenin pekişmesini amaçlayan bir yasanın kabul edilmesidir;oysa İngilizler tarafından ortaya çıkarılan Körfez İşbirliği Konseyi'nin, aslında gerçek bir birliğe ulaşmak amacıyla değil, sömürgeci hedefler için olduğu bilinmektedir.

Şeyh Hamad'ın iddiasına göre kaygısı, “bu bölgeyi korumamız ve çocuklarımıza en iyi şekilde teslim edebilmek için tüm gücümüzle çalışmaktır.”

Bu durumunuzda ne gibi bir iyilik var ey Körfez'in bugünkü ve yarının yöneticileri! Zira sizler, örnekliğini teşkil ettiğiniz alçaklığınız, zayıflığınız ve zilletinizle bırakın onların güçlenmesini, Amerika’yı memnun etmek için karınlarınızın üzerinde sürünüyor ve Amerika’nın ümmete karşı güçlenmesi için ümmetin servetlerini Amerika için harcıyorsunuz?! 

Katar'daki Amerikan El Udeyd Hava Üssü'nün geliştirilmesine milyarlarca dolar yatırım yapmanın çocuklarınıza ne faydası olacak?

Müslümanları köleleştiren, ülkelerini sömüren, dahası onları sabah akşam doğrudan ya da dolaylı olarak üvey çocuğu Yahudi varlığı aracılığıyla öldüren bir devlete 4 trilyon Dolardan fazla para pompalamanın çocuklarınıza ne faydası olacak?!

Genel olarak Müslümanlara, özel olarak da Körfez'deki halkımıza her türlü iyiliği getirecek olan sağlam yapı, Müslüman ülkelerdeki tüm bu varlıkları ortadan kaldırmak ve onları, ümmetin kararlarını birleştirecek ve enerjisini, yeteneklerini ve servetlerini sadece ümmetin olması için toplayacak saf ve muttaki bir Halifenin yönettiği tek bir varlık altında birleştirmektir;işte zaman Trump, rıza ve kabul için sürünerek gelecek ama hiçbir şey elde edemeyecektir.

Evet, yazdığınız gibi “birlikte güç vardır” ama ne üzerinde birleşeceğiz?Bu, İslam ümmetinin içindeki muhlis birinin cevabını yanlış veremeyeceği temel ve önemli bir sorudur.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Hüsameddin Mustafa

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER