Pazartesi, 19 Cumade’l Ûlâ 1447 | 2025/11/10
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Moskova’ya... Suçluların ve Kaçakların Sığınağına!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Moskova’ya... Suçluların ve Kaçakların Sığınağına!

Haber:

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çarşamba günü Suriyeli mevkidaşı Ahmed Şara ile bir dizi konuyu görüşmek üzere Kremlin'de bir araya geldi. Bu, Şara’nın, devrik Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ülkeden kaçtıktan sonra ikamet ettiği Moskova'ya yaptığı ilk ziyarettir.

Görüşme sırasında Putin, Rusya ile Suriye arasındaki iş birliğinin her iki ülke için de olumlu sonuçlar doğuracağını söyleyerek Moskova ile Şam arasındaki ilişkilerin seksen yılı aşkın süredir güçlü olduğunu vurgulayan Putin, Moskova'nın her iki ülkenin dışişleri bakanlıkları aracılığıyla iletişim kurmaya hazır olduğu eklemesinde bulundu.

Yorum:

Geçtiğimiz günlerde Suriye Dışişleri Bakanı'nın geçiş yönetimi döneminde Rusya'ya yaptığı ziyareti kaleme almış ve konuşmamıza şu başlığı koymuştuk: “Kindar Rusya İle İlişkiler! Bu Kavmin Nesi Var?!” Orada Rusya'nın Suriye'ye müdahalesine nasıl başladığını, ilk günden itibaren neler yaptığını ve firari Esad döneminde şehir ve kasabaları yıkma konusundaki başarılarının nasıl olduğunu ele almış, İdlib kırsalında ve Cisr eş Şuğur'da işlediği suçları, Allah katında şehit olduğunu sandığımız ama kendilerini temize çıkarmadığımız şehitlerin sayısını ve iniltileri yeryüzünü dolduran yaralıları zikretmiştik.

Sonra Soçi'den Astana'ya kadar siyasi komplolarından bahsettik ve tek bir makalenin onun suçunu ve kötülüğünü anlatmaya yetmeyeceğini söyledik; peki bugün neler ekleyebiliriz?

Ciddi bir husus dikkatimi çekti: Rusya, Esad'ı iktidarı boyunca desteklemekle yetinmemiş, aksine kaçtıktan sonra da ona sığınak sağlamış ve onunla birlikte olan suçlulara ve çevresindeki katillere de kucak açmıştır. Uçakları ülkeyi yok ederken Beşar'ın düşmemesine özen gösterdiği gibi düştükten sonra onu karşılarken de ona özen göstermiştir. Evet, Suriye'de bir milyondan fazla insanı öldüren, yüz binlerce kişiyi yaralayan ve ülkeyi yeniden inşa etmenin 400 milyar Dolardan fazla tutacağı söylenen kindar kaçak bir suçluyu kabul etmiştir! Peki bugün nerede? Rusya'da!

Peki bizi öldüren, bizi öldürenleri destekleyen, arka çıkan, yardım eden ve kaçtıktan sonra bile ona kucak açan biriyle olan ilişkilere nasıl inanabiliriz?!

Onların kötülüğü çok büyük olup İslam'a olan kinleri ise tarif edilemez boyuttadır. Nitekim bize karşı savaşlarını “kutsal” savaş olarak adlandırmışlardır; bu yüzden onlara güvenilmeyeceği gibi komşuluklarına da güvenilemez.

Siyasi örfte, bir katille masaya oturulmaz; iğneye ancak kılıçla karşılık verilmelidir. Siyasette asıl olan, işlerin gözetilmesi anlamına geldiği gibi kendilerini feda edenleri gözetmek ise Rus katile karşı sert bir tavır almak ve onunla tokalaşmamak anlamına gelmektedir. Ülkelerin antlaşmaları, öldüren ve yerinden eden biriyle yapılmaz; aksine önce ondan intikam alınır, sonra da onunla oturmayı hak edip etmediğine bakılır.

Suçlulara kucak açan bu katillere karşı aman ha çok dikkatli olun; zira atanıza düşman olan size sevgi bezlemez; eğer size sevgi gösteriyorsa, bu sadece aldatma ve yalandan başka bir şey değildir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Abdu ed-Della - Suriye

Devamını oku...

Rohingya Müslümanlarını Şiddetten, Zulümden ve Ölümden Kim Kurtaracak?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Rohingya Müslümanlarını Şiddetten, Zulümden ve Ölümden Kim Kurtaracak?

Haber:

BM destekli yeni bir raporda, Myanmar ordusunun güvenlik noktaları inşa etmek için tüm Rohingya köylerini ve camilerini yıktığını ifade etmiş ve raporda şöyle geçmiştir: Ağustos 2017'de Myanmar ordusunun, silahlı grupların yaptığı saldırılara yanıt olarak başlattığı askeri operasyonla Rohingyalara yönelik şiddet önemli ölçüde artmış, bu da yüz binlerce kişinin kıyı eyaletindeki evlerinden göç etmelerine yol açmıştır.

Birleşmiş Milletler'in daha sonra “etnik temizliğin klasik bir örneği” olarak nitelendirdiği ve topraklarını güvenlik noktalarına dönüştüren askeri operasyonun ardından, şu anda yaklaşık 1,3 milyon Rohingyalı mülteci Bangladeş'teki kalabalık kamplarda yaşıyorlar.

Rapor, yetkililerin Bangladeş'teki mülteci kamplarında kötüleşen koşulları ve mültecileri evlerine geri gönderme çabalarının durma noktasına gelmesini ele alacakları Rohingya krizine odaklanan New York'taki üst düzey BM toplantısından bir gün önce yayımlanmıştır;

Örneğin Reuters'ın 2018'de 10 Rohingyalı erkeğin öldürüldüğünü bildirdiği Inn Din köyü bölgesinde, Myanmar İçin Bağımsız Soruşturma Mekanizması'na göre ordu, yeni bir tesis inşa etmek için yerleşim yerlerini yok etmiştir.

Raporda, üssün "Inn Din köylerinin (Doğu Rakhine) kalıntılarının üzerine inşa edildiği, temizlenen arazinin yerine yeni yollar, kalıcı binalar, müstahkem konut kompleksleri ve iki helikopter pisti inşa edildiği" belirtilmiştir.

Yorum:

Birleşmiş Milletler veya Myanmar İçin Bağımsız Soruşturma Mekanizması gibi kuruluşlar, Müslümanların sorunlarını hiçbir zaman çözmemiş ve çözmeyecek de. Nitekim onlar kendilerini mültecilerin sorunlarını önemsiyor ve bunlarla meşgul oluyorlarmış gibi sunuyorlar, konseyler düzenliyorlar, bir araya gelip mültecilerin ülkelerine nakledilmesini görüşüyorlar ve mülteci kamplarında olup bitenleri bizzat gözleriyle görmeleri için yetkililerini gönderiyorlar ancak tüm dünya, ülkeleri Allah Subhanehu ve Teala’nın kendilerine bahşetmiş olduğu doğal kaynaklar açısından zengin olmalarına rağmen Müslümanların bölgelerinde yaşanan şiddet, zulüm ve ölümlerin yanı sıra açlık, hastalıklar ve temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı gibi Müslümanların maruz kaldığı felaketleri izliyor. Bu yüzden bütün bunlar, bir oyun, yalan, ihanet ve oyuncuların rollerini maharet ve ustalıkla oynadığı bir tiyatrodur.

Ey Müslümanlar: Sakın kendinizi ve paralarınızı kurtarmak için yardım dilemeyin veya beklemeyin; zira kafirler ve sömürgeciler, Allah Subhanehu ve Teala’nın düşmanı olup Allah onları Kerim Kitabı’nda bize şöyle tanıtmıştır: لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُواİman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulursun.” [Maide 82]  

Bu sorunlar ne zaman sona erecek, mülteciler ne zaman evlerine geri dönecek ve kâfirlerin dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara karşı işlediği zulüm ve şiddet ne zaman engellenecek? Müslümanlar ne zaman evlerinde tehlikeden uzak, huzur ve güven içinde yaşayabilecekler?

İslami nizamının gölgesinde, tebaa ve evler yıkımdan korunur, açlar doyurulur ve güzel bir hayat sürmeleri için ihtiyaç duydukları temel ihtiyaçlar sağlanırdı.

Bu nedenle Müslümanların her alanda geri kalmasının sebebi olan kâfirlerin desteklediği dernek ve kurumlardan yardım beklemek doğru değildir.Müslümanların ekonomik ve siyasi krizlerden kurtulması, kâfirleri korkutmaktadır; çünkü onlar, Müslümanların ayaklanması halinde, İslam Devleti'nin yıkılmasından sonra kaybettikleri izzetlerini ve şereflerini geri kazanacaklarını, dolayısıyla kâfirlerin servetlerini, mevkilerini ve liderliklerini kaybedeceklerini çok iyi bilirler.

Bu yüzden bizim hastalığın belirtilerini ortadan kaldırmak yerine hastalığın nedenini tedavi etmemiz gerekir; işte o zaman tüm dünyadaki mezalimler ve sorunlar son bulup duracak, çocuklar okullarda eğitim görecekler, anneler çocukları hakkında endişe hissetmeyecekler, yaşlılar ve kadınlar da huzur içinde yaşayacaklardır.

O günler çok yakındır; çünkü dünya, zalim bir sistemin altında yaşmakta olup bunun ardından, Allahu Teala’nın vaat ettiği ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in geri döneceğini müjdelediği Raşidi Hilafet gelecektir. Nitekim İmam Ahmed Müsnedi’nde Huzeyfe’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللهُ أَنْ تَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللهُ أَنْ تَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللهُ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً عَاضّاً، فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللهُ أَنْ يَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللهُ أَنْ تَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُبُوَّةٍNübüvvet aranızda Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra Allah onu kaldırmayı dilediği zaman kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet metodu üzere Hilafet olacak ve Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra Allah dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı melikler olacak ve Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra zalim yöneticiler gelecek ve onlar da Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Bunların ardından ise yine Nübüvvet metodu üzere Hilafet olacaktır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhlise El-Özbeki

Devamını oku...

Basın Toplantısına Davet

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak biz, medya mensuplarını, siyasetçileri ve ülkenin kaderiyle ilgilenen tüm kardeşlerimizi, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Resmî Sözcüsü’nün düzenleyeceği basın toplantısına davet etmekten memnuniyet duyarız. Toplantının başlığı:

“Hükümetin, altınla işlemleri nasıl düzenleyeceği konusunda bocalaması”

Tarih: 26 Rabiu’s Sânî 1447 / 18 Ekim 2025 Cumartesi Saat: 13.00

Yer: Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Port Sudan Bürosu, El Azama Mahallesi, Stadın Doğu Tarafı.

Katılımınız tartışmaya zenginlik katacaktır

Devamını oku...

Şarm El-Şeyh Buluşması, Ümmete Karşı Kazanılan Zaferin Taçlandırılması, Bağımlılığın Belgelendirilmesi ve İşgalin Kurumsal Kimliğe Büründürülmesi Anlamına Geliyor

Gazze celladı Trump, Knesset’te yaptığı konuşmada, manevi oğlu Yahudi varlığının kadın, çocuk, yaşlı demeden savunmasız sivillere, ağaçlara ve taşlara karşı zafer elde ettiğini açıkladıktan sonra Mısır’daki uşağı es Sisi’nin düzenlediği ve Mübarek Toprağa karşı komplo kuran herkesi davet ettiği konferansta soluğu aldı. 13 Ekim 2025 pazartesi günü Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde “Barış Zirvesi” adı altında uluslararası bir konferans düzenlendi. ABD Başkanı Trump ve Mısır Cumhurbaşkanı es Sisi’nin ev sahipliği yaptığı zirveye yirmiden fazla ülkeden ve uluslararası kuruluştan temsilciler katıldı. Katılımcılar arasında Ürdün Kralı, Katar Emiri, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Pakistan Başbakanı ve Endonezya Başbakanı gibi çok sayıda Arap ve Batılı liderin yanı sıra çeşitli Avrupa ve Asya ülkelerinden heyetler de yer aldı. Bu konferans, işgal ile Hamas arasında, esir takası, çatışmaların durdurulması, Gazze Şeridi’nin idaresi ve yeniden imarı gibi konularda müzakerelerin başlamasını öngören ateşkes anlaşmasından yalnızca birkaç gün sonra gerçekleşti.

Konferansın barış, istikrar ve yeniden imar iddiasındaki parlak başlığına rağmen, gerçekliği başlığıyla taban tabana zıttır. Aslında bu konferans, Trump’ın, Yahudi varlığının sözde zaferini kutlamak ve bunu büyük bir başarı olarak lanse edip Nobel Barış Ödülü’ne layık olduğunu göstermek için düzenlediği Trumpvari şovdan başka bir şey değildi! Zaten söz konusu ödülün, insanlığa gerçek anlamda hizmet eden yüce ilke ve değerlere verildiği de pek görülmemiştir. Ayrıca Trump, bu konferans aracılığıyla kendisini Orta Doğu meselesinin tek patronu ve oyun kurucusu olarak lanse etmeye çalıştı. Buna ek olarak Trump, Müslüman ülkelerdeki Ruveybida yöneticileri açıkça Abraham Anlaşmaları’na katılmaya, yani işgal devletini istediği ‘Yeni Ortadoğu’nun kralı ve hükümdarı olarak ilan etmeye çağırdı.

Mısır, daha önceki ateşkes anlaşmalarında olduğu gibi, zirveye ev sahipliği yapmada ve Amerikan düzenlemelerine Arap örtüsü sağlamada merkezi bir rol oynadı. Aslında Mısır rejimi, askeri gücünü kısıtlayan ve onu Yahudi varlığının sınır muhafızı haline getiren Camp David Anlaşması’nın esiridir. Bugün kendisini “tarafsız” arabulucu gibi lanse etse de, asıl görevi Amerika’nın isteği doğrultusunda diğer Müslüman ülkelerinin de Yahudilerle normalleşmesine zemin hazırlamak ve Yahudileri ümmetten gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korumaktır.

Şarm El-Şeyh’te toplanan bu kötü niyetli entrikacılar, ne Filistin meselesinin temsilcisidirler, ne de bu davanın gerçek sahibi olan İslam ümmetinin bir parçasıdırlar. Filistin’i özgürleştirme ve şehitlerinin intikamını alma görevi öyle ağır bir emanettir ki,

صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللهَ عَلَيْهِ“Allah’a verdikleri söze sadık kalan” [Ahzab 23] adam gibi adamlar ancak bu yüke göğüs gerebilir; bu Ruveybidalar değil. Yahudi varlığını tanımaya, onunla bir arada yaşamaya ve Filistin toprağının en ufak bir parçası üzerinde bile onun varlığını kalıcı kılmaya dayalı her türlü anlaşma veya konferans, kelimenin tam anlamıyla geçersizdir. Çünkü bunlar, Mübarek Toprağın tamamını kurtarmanın zorunlu olduğu ve tek bir karışından bile vazgeçmenin haram olduğu yönündeki kesin İslami hükme tamamen aykırıdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ“Fitne kalmayıncaya ve din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” [Tevbe 36]

وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75]

Bu konferans, ABD’nin bölgeyi yeniden yapılandırma ve Yahudi varlığını Ortadoğu’ya entegre etme planının bir parçası olup, Gazze halkını savaş ve ablukayla yıprattıktan sonra sahte siyasi kanallarla Filistin davasını tasfiye etme girişimidir. Bu süreçlerin asıl amacı, bölgeye uluslararası bir gözlem gücü getirmektir. Bu gücün görevi, güvenlik düzenlemelerini yönetmek ve başta Mısır olmak üzere Arap rejimlerinin yardımıyla Yahudilerin güvenliğini sağlamak olacaktır. Bu rolü üstlenmek suç ve ihanettir; çünkü bu rolü üstlenmek, kesinlikle ümmetin yararına değildir, aksine efendisi Amerika’ya bağımlılığının ve onun planlarını uygulamanın bir parçasıdır.

Gazze için yapılması gereken şey, konferanslar düzenlemek ya da uluslararası kararları beklemek değildir. Aksine Mübarek toprağı nehirden denize kadar özgür kılmak için Müslüman ordularını harekete geçirmektir. Çünkü bu ordular, Yahudi varlığını bir saat içinde yerle bir edecek güç ve kudrete sahiptir. Fakat bu orduların harekete geçememesinin önündeki en büyük engel, bizzat kendi yöneticileridir. Çünkü onlar, hain olup Camp David, Vadi Araba, Oslo ve Abraham gibi kendilerini askeri olarak kısıtlayan utanç verici anlaşmalara yürekten bağlıdırlar. Filistin’i kurtarmak için atılacak gerçek adım, işte buradan başlıyor. Bu rejimleri ortadan kaldırmaktan ve Nübüvvet metodu üzere Hilafet kurmaktan başlıyor. Hilafet, orduları harekete geçirecek, onları Allah’ın emrettiği yöne sevk edecek, Mübarek toprağı özgürleştirmek ve ümmeti birleştirmek için cihadı bayraklaştıracaktır.

Ey Kinane askerleri! Sizler Amerika’nın askerleri ya da onun planlarının uygulayıcıları değilsiniz. Bilakis sizler, şeran mazlumlara yardım etmekle ve Allah’ın kelimesini yüceltmekle görevlendirilmiş Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ümmetinin bir parçasısınız. Şu anda Şarm El-Şeyh’te sizin gözleriniz önünde ve sizin korumanız altında olup bitenler, Gazze’ye yardım etmek değildir, tam tersine Gazze’nin kuşatmasını kalıcı hale getirmektir, düşmanın bölgenin kaderi üzerindeki egemenliğini güçlendirmektir ve Yahudilere, onca zulme rağmen savaşta kazanamadıkları şeyi masada vermektir. Verilmesi gereken şeri yanıt ve tepki, bu tür konferansları reddetmek, arkasındaki gerçek amaçları ortaya çıkarmak ve “sahte barış” peşinde koşmak yerine, gerçek bir kurtuluş için harekete geçmek olmalıdır.

وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75]

Devamını oku...

Pakistan-Afganistan Sınırında Yaşanan Kanlı Tırmanışın Temelinde, Tarafların Allah’ın Şeriatına Müracaat Etmemeleri Yatıyor

Pakistan ve Afganistan rejimleri, normalde Yahudi varlığı, Hindistan ve ABD gibi hasımlarına karşı uyguladıkları kontrollü ve itidalli politikanın dışına çıkarak birbirlerine karşı askeri güç kullandılar. Cumartesi akşamı Taliban güçlerinin başlattığı bir operasyonla sınırlarında meydana gelen çatışmalarda, her iki ülke de karşı taraftan onlarca askeri öldürdüğünü duyurdu. İslamabad ise bu saldırıya sert bir şekilde karşılık vereceğini açıkladı. Kabil de Pakistan güvenlik güçlerinin süregelen ihlallerine ve Afganistan topraklarına düzenlediği hava akınlarına karşılık olarak askeri operasyonlar gerçekleştirdiğini duyurdu.

Bu gelişmeler karşısında Hindistan’ın ise, iki kardeş ülke arasındaki bu gerilimden ve Müslümanların birbirini öldürmesinden memnuniyet duyduğu görülüyor. Afgan hükümetinin Hindistan’la yakınlaşmayı seçmesinin sebebi, Pakistan yönetiminin Afgan “mültecileri” düşmanlaştırarak ülkeden sürmesi gibi sakar bir politika izlemesidir. İşte bu nedenle Afganistan, Pakistan’ın ezeli düşmanı Hindistan’a yönelmiş, iki ülke arasında daha önce görülmemiş bir yakınlaşma başlamış ve bu durum, İslamabad’ı öfkelendirerek harekete geçirmiştir. İki taraf arasındaki yakınlaşmanın göstergesi olarak Hindistan, Cuma günü 2021’den bu yana ilk kez Afganistan Dışişleri Bakanı’nı ağırladı ve Kabil’deki diplomatik temsilciliğini büyükelçilik seviyesine yükselteceğini duyurdu.

Pakistan ve Afganistan hükümetleri arasındaki ilişkilerin bozulmasının sebebi, ister Afganistan’ın Hindistan’la yakınlaşması olsun, isterse Kabil’in Pakistan Talibanı’na verdiği destek olsun, her iki hükümetin de kendi aralarındaki sorunları dış müdahalelerden (Hindistan veya diğer ülkelerden) uzak bir şekilde çözememesi ve anlaşmazlıklarında Kur’an ve Sünneti hakem kabul etmemesidir. Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ söyle buyurdu:

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin." [Hucurat 10]

Uzlaşmak yerine, taraflar birbirlerini düşman ve yabancı olarak tanımlamaya başladı. Bu gerilimin ortasında Afgan hükümeti sözcüsü Zebihullah Mücahid, pazar günü yaptığı basın açıklamasında, operasyon sırasında 58 Pakistan askerinin öldürüldüğünü duyurdu. Buna karşılık ise Pakistan ordusu yaptığı açıklamada, “Bu küstah saldırı karşısında ülkemizin toprak bütünlüğünü savunurken 23 Pakistan askerinin şehit olduğunu” belirtti. Açıklamada ayrıca, “Düzenlenen bombardıman, baskınlar ve hassas vuruşlar sonucunda 200’den fazla Taliban militanı ve onlara bağlı terörist grubun” etkisiz hale getirildiği veya yaralandığı kaydedildi.

Pakistan hükümeti, ezeli düşmanı Hindistan’a karşı kullandığı diplomatik dil ve itidalli tutumun tam tersini Afganistan’a karşı sergiledi. Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif, yaptığı açıklamada açık açık Afganistan’ı tehdit etti. Şerif “Pakistan’ın savunulması pazarlık konusu yapılamaz. Her kışkırtmaya güçlü ve etkili bir şekilde karşılık verilecektir.” dedi. Aynı şekilde Kabil’den gelen yanıt da benzer şekilde sertti. İslam’ın en temel, bilinmesi zorunlu hükümlerini bile zerre kadar anlamadıklarını gösteriyordu. Sözcü Zebihullah Mücahid pazar günü yaptığı açıklamada “Pakistan bu sabah bir saldırı gerçekleştirdi ve biz de güçlü bir şekilde yanıt vermeye hazırız.” ifadelerini kullandı.

Müslümanlar, Keşmir, Gazze ve Doğu Türkistan’da ümmete defalarca saldıran asıl düşmanlarına karşı bu “gücü” ve kararlı dili görmeye ne kadar da hasret kalmıştır! Ancak başımızdaki bu yöneticiler, Müslüman topraklarındaki sömürgeci kafirlerin işbirlikçileridir. Onların efendilerinin çıkarlarına hizmet etmek ve onun bölgedeki hakimiyetini güçlendirmek dışında bir görev ve misyonları yoktur. Müslümanlar arasında düşmanlığı, anlaşmazlığı ve bölünmeyi körüklemek, Batı’nın çıkarlarından biridir. Bu durumdaki yöneticilerin durumu, korkaklar için söylenen şu söze ne kadar da çok benziyor: “Bana karşı aslan kesilir; ama savaşlarda deve kuşudur.” Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif, bir yandan Afganistan’daki kardeşlerine tehditler savururken, diğer yandan ümmetin baş düşmanı Trump’ın başkanlığındaki Şarm El-Şeyh’te düzenlenen ve adı konulmamış bir “Yahudi suçlarını aklama” zirvesine katılmaya hazırlanıyordu.

Ey Pakistan Müslümanları! Ey Pakistan ordusunun dürüst subayları! Başınızdaki yöneticiler ve liderler sizin düşmanınızdır; onlara karşı uyanık olun. Hatta onlar düşmanların ta kendisidir.

هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ“Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!” [Münafikun 4] Keşmir’i kurtarmak ya da Filistin’deki mazlumlara yardım etmek, aslında Afganistan’da Amerikan hegemonyasını sağlamak ve oradaki Müslümanlarla savaşmak için harcanan askeri çabadan ve verilen canlardan çok daha azını gerektirir. Ancak başınızdaki yöneticiler ve komutanlar, ülkenin kaynaklarını ve sizin ordularınızı, sizin de isteyeceğiniz ve hoşlanacağınız gibi Allah yolunda kullanmak yerine, şeytanın yolunda kullanmaktadırlar.

Her iki taraftan akan o pak kanların Kabil hükümetinin Bagram üssünü tekrar Amerika’ya teslim etmesi için bir bahane olarak kullanılması da ihtimal dışı değildir. Böylece Amerika, bu üssü bölgedeki jeopolitik rakiplerini ve daha da önemlisi ümmetin sadık evlatlarını vurmak için operasyonel harekete merkezi olarak kullanacaktır.

Dolayısıyla, ümmet, kendisine komplo kuran ve kutsal değerlerini çiğneyen bu yöneticilerden kurtulmak için Hizb-ut Tahrir’in samimi mensuplarıyla birlikte hareket etmek zorundadır. Pakistan ordusundaki samimi olanlar, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek üzere bir Halife’ye biat etmek için Hizb-ut Tahrir’e nusret vermelidir. Halife, Pakistan’ı Afganistan ve diğer Müslüman ülkelerle Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdelediği Hilafet Devleti çatısı altında birleştirecektir. Hilafet, ümmetin bu mücrim yöneticiler altında yaşadığı ceberut saltanattan sonra gelecektir. Nitekim Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ Daha sonra ceberut bir saltanat olacaktır. O da Allah’ın dilediği kadar devam edecektir. Ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldıracaktır. Sonra, nübüvvet metodu üzere Hilafet olacaktır. Sonra da sustu” [Ahmed]

Devamını oku...

Aksa Tufanı Operasyonunun İkinci Yıldönümünde Bedelleri Asil Kanlarla Ödenen Kazanımlar

7 Ekim, Aksa Tufanı Operasyonu’nun ikinci yıldönümü. Gaspçı varlığın Gazze’deki insanlarımıza yönelik başlattığı katliam, sürgün ve aç bırakma politikasının ve onlara karşı sergilediği akıl almaz barbarlık ve vahşetin üzerinden tam iki yıl geçti. Peki bu kahrolası savaş neyi değiştirdi?

Birincisi: Yahudi ordusu, on yıllardır askeri ve istihbarat gücüyle hem Filistinlilere hem de çevre ülkelerin ordularına karşı elde ettiği zaferlerle kendisini “yenilmez bir ordu” olarak lanse etmişti. Fakat Aksa Tufanı Operasyonu, bu algıyı yerle bir edip onun bir örümcek ağından bile daha zayıf, askerlerinin ise ne kadar korkak ve zavallı olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Komşu rejimler ve ABD’nin desteği olmasaydı, çoktan yeryüzünden silinip gideceğini kanıtladı.

Gazze’deki bir avuç insan, Yahudilerin burnunu toprağa sürttü. Kontrol ettikleri bölgelere sızarak, tanklarını ele geçirerek, askerlerini esir alarak, sıfır noktasından saldırarak onlara acı bir darbe indirdi, onları tüm dünyanın gözü önünde rezil etti. Aynı zamanda, işbirlikçi rejimlerin “Bu gaspçı varlığı yenecek gücümüz yok” şeklindeki yalan bahanelerini de çürütmüş oldu.

Aksa Tufanı Operasyonu, bölgedeki rejimlerin ve ordularının kardeşlerini desteklemekten kaçınmasının ve ‘ellerinden bir şey gelmediği’ yönündeki sahte iddialarının ebedi bir delili olarak tarihte yerini alacaktır! Zira mücahitlerin sahip olduğu asimetrik ve kısıtlı askeri kapasite ile bölge ordularının sahip olduğu devasa konvansiyonel güç arasında dağlar kadar fark vardır! Yüreği yanık annelerin feryadını duyup yardıma koşanla, aynı feryadı duyup kulaklarını tıkayan arasında dağlar kadar fark vardır.

İkincisi: Bu operasyon, insan hakları, kadın hakları ve özgürlükler gibi sloganların savunuculuğu taslayanların ve bayraktarlığını yapanların dünyadan sakladığı ikiyüzlülüklerini bütün çıplaklığıyla deşifre etti. Batı’nın içi boş söylemleriyle, masumların katledilmesine seyirci kalması ve işgale silah desteği sağlaması arasındaki devasa uçurumu gözler önüne serdi.

“İnsani değerlerin savunucusu” geçinenlerin ve o “hak ve özgürlük şampiyonlarının” kurduğu kadın ve çocuk hakları örgütlerinin gerçek yüzünü, artık bütün dünya gördü. Gazze’de kadınlar ve çocuklar katledilirken hepsi dehşet verici bir sessizliğe büründüler. Hatta uluslararası hukuku, kadın anlaşmalarını, insan hakları sözleşmelerini ve tüm o kibirli ve gururlu iddialarını ayaklar altına aldılar. Bu sayede dünyadaki tüm şerefli insanlar gerçeği tüm çıplaklığıyla görmüş oldular.

Gazze halkının trajedisi, dünyanın birçok ülkesinde benzeri görülmemiş milyonluk gösterilerle sokaklara dökülen halkları harekete geçirdi. İşgalin suçlarını reddeden bu kitleler, kendi ülkelerinin dayattığı yasa ve kısıtlamaları da açıkça deldiler. İşte bu yüzden Gazze savaşı, mevcut dünya düzeninin ne kadar sahtekâr olduğunu ve elleri Gazze halkının kanına bulanmış cani yönetimler ile vahşi hayvanların bile işlemeyeceği bu suçları lanetleyen halklar arasındaki derin uçurumu gözler önüne serdi.

Gazze’de işlenen savaş suçlarının korkunçluğu, Batının iyi ve kötüyü tanımlamadaki despotizmini ve insani standartlardaki ikiyüzlülüğü reddeden yeni bir küresel bilincin oluşmasına katkıda bulundu. Bu değişimin ilk belirtileri, boykot hareketlerinde, sokak gösterilerinde ve Gazze’ye uygulanan ablukanın delinmesi çabalarında net bir şekilde görüldü.

Üçüncüsü: Gazzeli kadınlar, çektikleri büyük acılara rağmen, bu iki yıl boyunca tüm dünyaya sabırlı, metanetli ve sevabını Allah’tan bekleyen Müslüman kadının parlak bir örneğini sundular. Birçok Batılı kadın, onların çocuklarından, eşlerinden ve aile üyelerinden şehit üstüne şehit vermelerine rağmen sergiledikleri o destansı direnç ve duruş karşısında şaşkınlığını gizleyemedi, hayrete düştü.

Çağımızın Hansaları, İslam inancının ruhlarında ve davranışlarındaki yansımasıyla; asla boyun eğmeyeceklerini, asla sükût etmeyeceklerini, daima kahramanlar fabrikası ve yiğitler ocağı olarak kalacaklarını kanıtladılar. Filistin nehirden denize özgürleşinceye kadar bu uğurda her türlü fedakârlığı ve bağışı yapmaya devam edeceklerini ve bu amaç uğruna mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerini ortaya koydular.

Gazze’deki pek çok kadın, Amerika ve uşağı Arap ülkelerinin savunduğu iki devletli çözümün, aslında Filistin meselesinin tasfiyesi anlamına geldiğini biliyor. Verilen bu büyük fedakarlıkların, gasp edilen toprakları geri alacak ve Yahudi varlığını tamamen ortadan kaldıracak gerçek ve tam bir kurtuluşa odaklanması gerektiğine inanıyor.

Yüce Allah’tan düşmanların hilelerini kendi başlarına geçirmesini, bu ümmete yeniden bir diriliş ruhu bahşedip saflarını birleştirmesini, Filistin meselesinin gerçek mecrasına dönmesini, orduların yüreği yanık annelerin feryadına cevap vererek harekete geçmesini, böylece zalimlerden hesap sormasını ve inananların yüreklerine su serpmesini niyaz ediyoruz. Kuşkusuz O buna kadirdir.

Devamını oku...

Gazze ve Ümmetin Uyanışı

  • Kategori Amerika
  •   |  

Fedakârlığın Stratejik Sonucu: Son iki yıldır yaşananlar, Gazze’yi İslam’ın kanayan ama asla kırılmayan kalbi olarak ümmetin vicdanına kazıdı. İki yıldır süren soykırım, açlık ve topyekûn yıkımın ve askeri gücün fiziksel tahribat yaratabileceğini ama inanmış bir halkın iradesini asla kıramayacağını gösterdi. İşgalcilerin Gazze halkını yok etme çabaları, beklenenin aksine, onları bir direnç sembolüne dönüştürdü. Bastırılma girişimleri, küresel bir ilham kaynağı olmalarına yol açtı. Fiziksel olarak yıpratma politikaları, onların manevi ve ideolojik kararlılıklarını bir milim bile zayıflatamadı.

Gazze, o sözde ‘medeni dünyanın’ iflas ettiğini gözler önüne serdi; insan hakları sloganları, suç ortaklıkları altında ezilip gitti. Müslümanların yöneticilerinin ihanetini ve ümmeti sahte çözümlerle oyalayan birçok alimin sessizliğini gün yüzüne çıkardı.

Bununla birlikte Gazze’nin fedakarlığı, sadece kendine özgü bir acı değildir. Ümmetin tek bir beden olduğunu; Sudan’dan Suriye’ye, Keşmir’den Rohingya kamplarına ve Sincan’a kadar pek çok yerde aynı yaradan kanadığını hatırlatmaktadır.

Gazze’de akan kan, artık bir trajediden çok daha fazlasıdır; o, bir hakikatin kanıtıdır. İslam’ın dünyadaki rolünü yeniden canlandırmak için ödenmesi gereken kaçınılmaz bir bedeldir. Şehitlik, açlık ve keder rastlantısal sonuçlar değil, onur ve zaferin şekillendirildiği bir potadır.

Allah Subhânehu ve Teâlâ bize şunu hatırlatıyor:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِين“Yoksa Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” [Ali İmran 142]

İşte bu yüzden, Gazze’nin sarsılmaz duruşu, Batı’daki Müslümanlara “Artık pasif birer izleyici olarak kalamayız. Sorumluluğumuz, konforlu bir aktivizme sığınmak değil, zulmün güçleriyle doğrudan yüzleşmektir. Çünkü bu mücadele sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir!” şeklinde ilahi bir mesaj iletmektedir.

İki Devletli Çözüm Serabı ve Müzakere Yoluyla Barış Hayali

Gazze’nin fedakarlığının yanı sıra, siyaset sahnesinde de başka bir mücadele yaşanıyor. İki devletli çözüm projesi, Washington’un 1959’dan bu yana Filistin sorununu nasıl ustaca bir kontrol projesine dönüştürdüğünü gözler önüne seriyor. Bu proje, bir yandan Yahudi varlığını korumak, diğer yandan Müslümanları gelecekteki bir Filistin ‘Devleti’ vaadiyle oyalamak istiyor. Camp David’den Oslo’ya, Abraham Anlaşmaları’ndan Biden ve Trump’ın önerilerine kadar bu oyunun özü hiç değişmedi. Filistinlilere sunulan tek şey, egemenliği olmayan sahte bir özerklik, ordusu olmayan bir polis gücü ve gerçek bir gücü olmayan bir bayraktır.

İktidarda ister Cumhuriyetçiler ister Demokratlar olsun, Amerika’nın işgali korumak, Müslümanların öfkesini yatıştırmak ve ümmeti bitmek bilmeyen bir müzakere sürecine hapsetmek politikasını politika hiç değişmez. İşte bu sahtekarlığın özü budur: Ümmet ne zaman şahlanmaya kalksa, Oslo, yol haritaları, barış masalları, Trump’ın 20 maddelik planı gibi önüne hep yeni bir ‘çözüm’ tuzağı kurulmaktadır. Hepsi ilerleme vaat etmekte ama sonucu hep hüsran olmuştur. Bu yanılsamalar ümmeti kandırarak onları sözde ‘barışı’ kaderleri olarak içselleştirilmesine yol açmıştır.

Gazze’nin bize öğrettiği en önemli ders şudur: Tanklar dilekçelerle, bombalar BM kararlarıyla durdurulamaz ve salt direniş iradesi özgürlük getiremez. Ümmetin elinde iki milyar insan, hesapsız servetler ve devasa ordular var! Bizi bağlayan prangalar, yeteneksizlik değil, başımızdaki hain yöneticilerdir! Bu sarsılmaz ümmetin kurtuluşunun tek bir yolu vardır: Askeri müdahale ve Batılı sömürgecilerin artıklarının ve onların uşağı olan yöneticilerin kökünden sökülüp atılmasıdır!

Değişim, fikri bir netlik ve berraklıkla başlar. Bu bağlamda hayaller reddedilmeli, sahte liderlerin maskesi düşürülmeli ve Allah’ın bir emri olan Hilafet’in, ümmeti birleştirip harekete geçirebilecek tek sistem olduğu kabul edilmelidir. Tarihsel olarak Kudüs, İslam yönetimi altındayken Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin yüzyıllar boyunca güven içinde bir arada yaşadığı bir barış yurdu olmuştur. Bugünse, sömürgeci seküler sistemler altında, kan gölünün merkez üssü haline gelmiştir.

Yanıtlanması Gereken Bir Çağrı

Amerika’daki Müslümanlar olarak öncelikle şunu kabul etmeliyiz: Amerika, İslam dünyasındaki zulmün devam etmesinde kilit bir rol oynamaktadır. Trump’ı da Biden’ı da alenen Siyonizm’e bağlılıklarını ilan etmişlerdir. İşgale oluk oluk silah ve para akıtırken, kendi ülkelerindeki duyarlı vicdanları da susturmuşlardır! İkincisi: Siyasi aktivite, sadece lobi yapmak, dua etmek ve yardımda bulunmaktan ibaret değildir. Üçüncüsü: Gerçek çözüm ne ‘iki devletli çözüm’ ne de Batı’nın dayattığı herhangi bir sözde ‘barış’ planıdır.

Asıl görevimiz ise, fikri netliğimizi artırmak, Müslümanlar içinde teşkilatlanmak ve Gazze’nin yarasını, İslam’ın adalet sancağını yeniden dalgalandıracak ölüm kalım meselesine bağlamaktır! Tüm siyasi eylemlerimiz, Gazze’yi kurtarmak için Müslüman ordularını göreve çağırmak hedefine odaklanmalıdır! Aynı zamanda, Müslüman ülkelerdeki yöneticilerin ortadan kaldırılması ve yerlerine Nübüvvet metodu üzere Hilafet kurulması için çağrı yapmalıyız. Seminerlerimizde, hutbelerimizde ve günlük sohbetlerimizde, bizi oyalayan bu hayallerle yüzleşmeli ve asıl çözümün Hilafeti olduğunu kararlılıkla savunmalıyız.

Gazze, ümmetin aynasıdır. Yıkıntıları, bizim ne kadar zayıf olduğumuzu gösterdiği gibi direnişi de aslında bizim ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğumuzu ortaya koymaktadır. O yetimlerin her bir feryadı, başımızdaki hainlere yönelik birer iddianame mesabesindedir! Bizim uyuyan vicdanlarımıza da bir şok dalgasıdır! Onların destansı direnişi, açlığın ve kuşatmanın ortasında bile, iman ateşinin asla söndürülemeyeceğini haykırmaktadır!

Ödenen bedel ağırdır, ama ulaşılacak mükafat çok daha büyük ve yücedir. Ümmetin ölüm kalım meselesi, ‘kontrollü müzakereler’ veya ‘silahsızlandırılmış özerklik’ gibi aldatmacalar değildir. Aksine samimi bir liderliğin önderliğinde yeniden ayağa kalkmak, İslam’ın adaletini tüm insanlığa ulaştırmak ve ilahi bir emanet olan Mescid-i Aksa’yı kurtarmaktır. Gazze’nin toprağa düşen kanı ve imanın sarsılmaz kalesi, tek kurtuluş yolunun Hilafeti yeniden kurmak olduğu gerçeğini haykırmaktadır. Bu yola adanmanın vakti gelmiştir! Şimdi tam zamanıdır!

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER